29 Nisan 2011 Cuma

Canınızı en çok ne acıtır?

Eski yazılarımı yayınlamaya devam ediyorum.
2004 de bir sitede yayınlanan makalemi, hiç bir değişiklik yapmadan aktarıyorum.
Not: Kafam o yıllarda bayağı karışıkmış.
            
            Canınızı en çok ne acıtır?

            Benim hayatım cevaplandıramadığım sorularla dolu. Çoğu zaman düşünüyorum, yaşantımı sadece bu soruları cevaplandırmak içinmi perişan ediyorum diye. Tabi perişanlık biraz ağır kaçtı ama kaybettiğimiz şeyleri anlayabilsek emin olun perişanlığı boğazınızda hissedersiniz.
Bir düşünün, hayatınızı perişan ettiğiniz sorular gelecekmi aklınıza. Ben perişanlığımı görebilecek kadar zavallı olmayı başardım. Evet aslında birkaç dakika kibirimizi bir kenara bırakmayı başarabilsek, eminim hemen hepiniz sorularda boğulurdunuz.
Aslında hayatı basit yaşamayı başarabilsek, cebimizdeki sorulardan korkmadan özgürlüğün ve mutluluğun kokusunu daha iyi alabiliriz. Ama şeytan ne diyor, ‘En sevdiğim günah kibirdir.’
Kibir hayatımızı perişan eden, bizi erken cezalandıran bir duygudur. Ve kibirimizden cevaplayamadığımız sorularımız bizi pişman etmeye devam edecek. Pişmanlık, en işe yaramayan yerde, yani iş işten geçtikten sonra yaşanır. Şimdi size nerede pişman olmanız gerektiğini söyleyecek kadar kibirlenmeyeceğim. Sadece perişanlığınızın sebebi olan soruları kendinize sormanızı tavsiye ediyorum.
Toplanın ve aranızda bir birinize sorun.
Ne soracağınız ortada. Perişanlığınızın sebebini sorun. Neden bu kadar çok pişman olduğunuzu sorun. Sorun ki yeni sorulara karşı haberdar olun.
Cennet de, cehennem de bu soruların ardında. Cehennemde bütün duygularınız elinizden alınır. Sadece pişmanlık kalır geride. Cennette ise neler verilir bir düşünün. Sadece duygularınızın sorularını yanıtlamayı öğrenin.
Ben mi?
Ben de sorularımı biliyorum, ama hepsini değil elbette. Cevaplarını asla bulamayacağım o kadar çok soru varki fakir aklımda, kendimi perişan hissediyorum.
Ve pişman.

Nereden başlayacağınıza yardımcı olmak için yazdım bütün bunları. Dinlemeyi, görmeyi ve hissetmeyi öğrendikçe sorular çogalacaktır.
Size perişan olacağınız bir soru sormak istiyorum. Yıllar önce dinlediğim bir gurubun solistine ait bir soru.

Canınızı en çok ne acıtır?

Buyurun.


                                                                                              EROL ÇELİK

                                                                                              29,11,2004 

25 Nisan 2011 Pazartesi

Hayatta en çok korktuğunuz şey nedir?

2004 yılında bir internet sitesinde yayınlanan makalemi, hiç bir değişiklik yapmadan aktarıyorum.

Çok sevdiğim sanatçılardan birine röportajda sordular, "Hayatta en korktuğun şey nedir diye?" Cevabı çok açık ve kısa oldu. 

"Ciddiyettir."

Kendini sanatçı zanneden birine de aynı soruyu sorduklarında, beyefendinin cevabı çok acıklı oldu.

"Başarısız olmak."

Başarısız olmaktan korkan sanatçının adını (tahmin ettiğiniz üzere) hatırlamıyorum ama diğerinin adını vereyim. 

STİNG 


Başarılı olmanın yolu nereden geçiyor tartışması yapacak kadar kibirli değilim ama şu kadarını söyleyecek kadar büyüdüm.
Ciddiye almak, ciddiye aldığınız şey karşısında kendinizi zayıf duruma düşürür. Şimdi bazı büyüklerim bana kızabilirler fakat tecrübelerini tarttıklarında bazı küçük ayrıntıların, tüm yaşamlarını değiştirmiş olduğunu görecekler.
Bence de ciddiyet, hayatı kafes altına almak demektir.
Daha iyi anlatabilmek açısından şunu söylemeliyim. Bir işi ciddi yapmakla, o işe ciddiyetle yaklaşmak arasında fark vardır. Bence ikinci olan yanlıştır.
Ben ciddi bir adamım demek, acaba, ben temkinli bir adamım demek midir? Yada, ben korkak bir adamım demek midir? Ne demek olduğunu biliyorum ama fazla tepki toplamak istemediğimden, bu konudan sessizce sıyrılıyorum.
Amaç, akılları yoracak bir düşünce atmak ortaya.

Şimdi size soruyorum.

Hayatta en korktuğunuz şey nedir?

Başarısız olmak mı?
Ciddiyet mi?

Ben başarısız olmaktan korkmuyorum.


20 Nisan 2011 Çarşamba

Kitap bir solukta okunur mu? Ya da okunmalı mı?

Bunun cevabını veremiyorum.
Cevabını veremiyorsam sorusunu sorarım o zaman.

Kitap bir solukta okunur mu? Okunursa akılda kalır mı? Akılda kalması önemli mi?
Kitabı keyif almak için mi okuyorsun? Keyif aldıktan sonra ne yapıyorsun?
Kitaptan bir şey öğrenmek zorunda mıyım? Korkmalı mıyım? Heyecanlanmalı mıyım? Gülmeli miyim? Düşünmeli miyim? Örnek almalı mıyım?

Mecbur muyum? Kasmalı mıyım? Zorunda mıyım?

Ben neden kitap okuyorum? Kitap okumadan yaşayabilir miyim?

Başkalarının uydurduğu şeyler neden beni mutlu etsin veya korkutsun veya düşündürsün?

Bu yetkiyi kim verdi onlara? Neden ben üretemiyorum? Neden başkalarına muhtaç olayım? Neden sırf yazar dedi diye inanayım?

Kitap bir solukta okunmalı mı? Neden okunmasın? Ya da neden okunsun?

Kitap olmasaydı yaşayamaz mıydık? Başkalarının hayatını okumasak, yaşantımız daha mı renksiz geçerdi? Yediğimizden lezzet alamaz mıydık? Dokunduğumuzda hissedemez miydik?

Psikolojimiz mi bozulurdu?

Daha devam edebilirim.

Kitap okuyanla okumayan arasında ne fark var? Cahil midir mutlu olan, yoksa herşeyi bildiğini zanneden mi? Sadelik mi güzeldir, yoksa karmaşa mı?

Devam edebilirim...

Hayallerimiz olmasa nasıl yaşayabilirdik? Kitaplar olmasa nasıl hayal edebilirdik?

Ruhumuzu nasıl doyurabilirdik?

Devam etmeyeceğim.

Kitap bir solukta okunur mu diye soracakken karmakarışık oldum. Ama aklımda sorular olmazsa yaşayamam.

Kitap okumayan boş bakar.



19 Nisan 2011 Salı

Amy winehouse müziğinde boğulmak

    
Biliyorum başlık biraz sert oldu ama duygularımı anlatacak doğru cümle bu.
     Başlığa "Film izliyormuş gibi müzik dinlemek" yazacaktım, Amy Winehouse'u biraz daha dinleyince fikrimi değiştirdim.

     Serviste işe gelirken, gözlerimi kapadım ve kulaklığımı takarak Amy ablayı dinlemeye başladım. Genelde kitap veya gazete okurum oysa bu sabah müzik dinlemek istedim. Bir süre sonra müzik beni yuttu. Kendimi hareketsizce suya batıyormuşum gibi hissetmeye başlayınca bunun keyfini çıkardım. Hava kabarcıkları yüzümü yalayarak yükselirken, ben hem suyun serinliğini, hem de boşlukta olma hissini yaşadım.

     Amy Winehouse'la tanışmam uzun değildir. Geçen yaz, tatil boyunca dinlediğim "back to black" albümü beni büyüledi. Aslında çok fazla tarzım olmayan bir müziğe bu denli sahip çıkmam şaşırtıcı.
     Amerikan filmlerinin bize güdümlediği duyguları yaşamak için ideal tınıları var. Ablanın sesindeki o umursamazlık oldukça keyifli.
     45 dakika hiç sıkılmadan dinlediğim ve müziğinde boğulduğum  Amy winehouse, bu yaz konser vermek için ülkemize gelecek. Bu iyi bir haber. Bilet fiyatı 300 liradan başladığı için konsere gitmeyeceğim.
     Galiba böyle işler için biraz yaşlandım. Zaten yüksek kalitede dinleyebildiğim bir müzik için bu kadar yüksek bir ücret ödemek bana biraz saçma geliyor.
    

Ben o kadar parayı ancak, Jim Morisson konseri için verebilirim, o da toprağın altından kalkma zahmeti göstermeyeceği için artık ölümü bekleyeceğim.

     Belki öbür taraftaki konserlerinden birine giderim. Tahminimce bilet fiyatları da bu kadar pahalı değildir.

18 Nisan 2011 Pazartesi

“Merhaba benim adım Erol Çelik, ben bir bağımlıyım; sanal âlem bağımlısı.”



Her ne kadar basit yaşamayı savunup kendimi yırtsam da, şu sanal dünyanın tadına, daha doğrusu bağımlılığına kapılmaktan kendimi kurtaramıyorum. İşyerine gelir gelmez ilk önce arkadaşlarımı şöyle bir selamladıktan sonra, hemen bilgisayarımın başına oturuyorum ve en az bir saat onunla ilgileniyorum. Bu bir saat sadece rutin işler için ayırdığım zaman. E-mail denen anti sosyalleşme aracını tarıyorum, bana gelen gerekli gereksiz yazı ve resimlere bakıyorum; elbette bazen yararlı şeyler oluyor. Daha sonra, bazı sayfalarda devamlı takip ettiğim şeyler var, onları araştırıyorum. Sonuç olarak  bunun bir bağımlılık olduğunu kabullenmekten başka çare yok.
Bu kadar olsa tamam diyeceğim, bu modern hayatın bir getirisi ve çağdaş olan herkes bu rutinliğe mahkûmdur, deyip işin içinden sıyrılacağım.
Ama bu kadar değil.
Yaşıma ve altı yaşında bir çocuğa sahip olmama rağmen, bilgisayarda PES2011 oyununa bayılıyorum. Başından kalkmadan saatlerce oturabilecek kadar fanatiğim. Fakat futbol seyretmem, takımları takip etmem ama bilgisayarda feci iyi oynarım. Bu ne yaman çelişki demeyin. Yani anlayacağınız sanal âleme kendimi bir kaptırdım mı gerçek hayattan kendimi koparıyorum. Sohbet etmek yerine film seyrediyorum, merakımı yenmek için Google’da dolaşıyorum, boş vakitlerimde oyun oynuyorum.
En çokta film seyrediyorum. En büyük bağımlılığım bu.
Yapmadıklarıma gelince, uzun süreden beri Beyazıt sahaflarına gitmedim, pingpong dâhil hiç bir spor yapmadım, hiç bir hikâye yazmadım, kitap okumadım, balık tutmadım...
Eyvah!!!
Daha uzatmayayım bunalıma gireceğim.
Çağın bağımlılıklarına dikkat etmek lazım.


Amerikan filmlerinde geçen repliklere özenerek;

“Merhaba benim adım Erol Çelik, ben bir bağımlıyım; sanal âlem bağımlısı.” 



.

16 Nisan 2011 Cumartesi

ŞİDDETİN EDEBİYATI SEMPOZYUMU (9 NİSAN) KONUŞMA METNİM


MERHABA / İsmim Erol Çelik. / Bana ayrılan sürede “Gerilim edebiyatında cinnet olgusu” Başlığı altında,
Cinnetin tanımından,
Yaşamımızdaki cinnet duygusundan,
Cinnetin gerilim edebiyatındaki yerinden
Ve okuyucunun cinnete olan açlığından, bahsetmek istiyorum.



CİNNET sözlük anlamı olarak; cinlerin insanın başına toplanması anlamına gelir.
PSİKOLOJİDE ise insanın stres eşiğini aşması sonucu karşılaştığı ruhsal bir patlama olarak tarif edilmiştir.
Cinnet geçirmek aklın tamamen kaybedilmesi anlamına gelir.
Korku öfkeye, öfke de cinnete dönüşür.
Hayatımızın her anında, yaşadığımız duygusal çöküntü ve streslerin sonucuna, bir katlanma eşiğimiz vardır. Ve bu eşik kişiden kişiye değişir.
Cinnetin ağır bir ruhsal çöküntü sonucu yaşandığını ve asla bir anda gelmediğini biliriz. Mutlaka bunu belirten emareler vardır.
Cinnet geçirecek kişi içine kapanır, bitkin bir ruh haline bürünür, bakışları donuklaşır.
Maalesef toplumda bu gibi şahıslar pek dikkat çekmez. Ancak, o şahısları gazetelerin üçüncü sayfalarında gördüğümüzde, hayret ederiz.
Bir baba yedi yaşındaki, mavi gözlü, kıvırcık saçlı minicik kızını, nasıl olurda 21 yerinde bıçaklar diye şaşırırız.

Oysa herkes bilir ki, ya da en azından kurban bayramını yaşamış her zat bilir ki, doğru yere vurulacak tek bir bıçak darbesi bile yeterlidir, o canı almak için…

İşte, can alan o ilk bıçak darbesinin ismine öfke diyebiliriz, hırsızlık diyebiliriz, cinayet, suç, delilik diyebiliriz veya terör olarak adlandırabiliriz, fakat // geriye kalan 20 bıçak darbesini tanımlayabilecek tek bir doğru ifade vardır. CİNNET!

Bence cinnetin temel anlamı budur.


Cinnet duygusu hayatımızın her anında bizimle birliktedir aslında.
Yemek yemek, su içmek kadar doğal, yan komşumuz ve hatta çok değerli eşimiz kadar yakındır.
Ancak cinnet sinsidir aynı zamanda.
Pusuda bekler.
Zayıf anımızı kollar.
Ve inanın tahmin ettiğimizden çok daha sabırlıdır…
Geldiğinde ise düşündüğümüzden çok daha güçlü…



Özellikle İstanbul gibi stresli bir metropolde yaşayan insanlar, ekmek kavgası peşinde koşarken farkında olmadan, ufak ufak hayatına sokarlar cinneti. Daha sabah kalkarken başlar her şey. İşe geç kalma stresiyle devam eder. Arabanın kontağını çevirirken, her seferinde sorar insan kendine; kazandığım para harcadığım emeğin karşılığımı diye?
Yetmezmiş gibi arabanın benzin ibresi hep kırmızıdadır, cep telefonunun ya şarjı biter, ya da kontörü.
Daha da zoru, geride daha yaşanacak koca bir gün vardır.

İşte tam o anda karşılaşırız Cinnetle, köşe başında beklemektedir sanki, bazen altında koca bir halk otobüsü ile, bazen de, mavi bir spor araba ile, sanki sizin bu sabah yaşadıklarınızı bilmiyormuş gibi, sinyal bile verme zahmetine girmeden ve umarsızca dalıverir yolun ortasına ve hatta hayatınıza. Çarpışma kaçınılmazdır.
İşte o bir anlık davranış şekliniz, sakince hayatınıza devam etmenizi sağlayacak veyahut hayatınızın sonuna kadar hatırlamanıza sebep olabilecek bir olaylar zinciri içine girmenize neden olacaktır.
Bence bu seçim sizin elinizde değildir.
Mavi spor arabasından zorla indirip, yerlerde sürükleyerek, kafasını defalarca kaldırım taşına vurduğunuz o yırtık kotlu genç çocuk, aslında dün akşam yeterli çalışmadığınızı düşündüğü için sizi azarlayan patronunuz da olabilir.
Hangi zümreden olursanız olun, hangi okulu bitirirseniz bitirin veya ayda kaç para kazanırsanız kazanın bir şekilde bu döngünün içine girersiniz.
Bunun gibi örnekler her gün yaşanmaktadır. Ve bu olaylar gerilim edebiyatını beslemektedir.



Cinnet öze dönüştür.
İnsanda ki saldırganlık, içgüdüseldir.
İlk insanlar hayatta kalmak için içgüdüleri ile hareket etmiştir, ancak evrim sürecinde mantık olgusu saldırganlığı bastırmıştır.
Arabadan inmek ve yırtık pantolonlu o şahsa doğrudan saldırmak, strese dayanma eşiğinize bağlı olarak herkesin aklına gelir. Herkes öfkesinin sonucunda o araçtaki adamı dövmek ister. Ama aracınızdan indiğiniz an, cinneti yaşamaya başladığınız andır.
.



Bence; burada ilgi çekici olan başka bir konu daha var.
Edebiyatın diğer ilgi alanları olan aşk, ihanet, nefret, özlem gibi temalarından farklı olarak, cinnet olgusunu yaşayan kişinin duygularını dile getirme zorluğudur. Çünkü cinnet geçiren kişi o an yaptıklarının farkında değildir. Aklı ve mantığı yerinde değildir.
Yaptıklarını bir süre sonra gördüğünde bunları yapanın kendisi olduğunu asla kabul etmek istemeyecektir. Oysaki diğer bütün duygular aşk, ihanet, nefret bizzat yaşayan tarafından dile getirebilir ve ömrü boyunca hatırlayabilir.
Eğer bir insan cinnet geçiriyorsa mantığıyla değil, arzularıyla hareket ediyordur. Çünkü mantık ve akıl ölmüş, öfke her şeyin sahibi olmuştur




Aslında cinnet varken biz diye bir benlik, Biz varken cinnet diye bir olgu yoktur.
Bunu kutsal kitap, eşit bir duygu ile tanımlamaktadır.
Ölüm.
Bu düşünceden yola çıkarak… Cinnetin bir nevi ölüm olduğu, tek farkın, cinnetten geriye dönmenin mümkün olduğu düşünerek, CİNNETİN YARI ÖLÜM olduğunu söylemek şahsen yerindedir.




Gerilim edebiyatı aslında arızalanmış ruhları inceleyen bir sanat dalıdır. Karakterler ne olursa olsun, olaylar ne olursa olsun, ruh hali daima bozuktur. Ve asla normallik kaygısı taşımaz. Öykünün kurgusu bu arızalı ruh etrafında döner.
Okuyucunun gerilim edebiyatında cinnet temasını aramasını sağlayan da bu olgudur. Arızalanmış ruhların karanlığı, okuyucuyu kendine çeker.
Bilinmeyenin cazibesi.
Korkunun karanlığı.
Karanlığın sonsuzluğu.
Ölümün soğukluğu.
Bu açlığın sebebi bence her insanın kendi karanlığından korkmasıdır. Başkalarının korkularını yaşamak, okuduğu karakterlerin cinnetlerini hissetmek bir rahatlama yolu olabilir.
Garip bir terapi anlayışıdır belki.

Gerilim edebiyatını sadece keyif almak için okumadığımızı düşünüyorum.
Gerilim edebiyatını başka bir amaç için daha okuyoruz.


Duygularımızı tatmin etmek için, ticari amaçlarla kurulmuş pek çok işyeri vardır.
Mesela.
Kendimizi iyi hissettiğimizde veya kutlama yapmak için gittiğimiz şık bir restoran veya üzgün hissettiğimizde kafayı dağıtmak için aradığımız kenar mahalledeki bir pavyon. Veya sigman freud’un tanımladığı gibi çok yüksek bir libidomuz olabilir ve bu ihtiyacı gidermek için kurulmuş genelevler.
İşte tüm bu haneler bizim temel ihtiyaçlarımızı ve nefislerimizi tatmin etmek ve açlığımızı köreltmek için ortaya çıkmıştır.
Gerilim edebiyatı böyle bir amaca hizmet eder mi?
Bunun cevabını bilmiyorum.
Ama Gerilim edebiyatında cinnet olgusunun, toplumda böylesine önemli bir sorumluluk üstlendiğine inanıyorum.

Şöyle yapabiliriz.
İlk insandan beri DNA mıza şifrelenmiş bu saldırganlık dürtüsünü, gerçek yaşamda uygulamadan, sadece kitaplardan okuyup, kafamızın içinde kurgulayarak rahatlamamızı sağlayabiliriz.
______________________

Hikayenin içinde camdan atılan kadın, kitabını okumakta olduğumuz yazarın bize tasvir ettiği gibi zayıf ve ince kemikli değil, tam tersine balık etli ve iri kıyımdır. Tıpkı önceki gün yanlışlıkla bahçedeki güllerini ezdiğiniz için size saatlerce ağır sözler söyleyen kapı komşunuz Berna Hanım gibi.


Sonuç olarak öfkeli bir toplumda yaşıyoruz. Ve cinnet her durumda karşımıza çıkabilecek bir gerçek.
Bu ülkede şiddet yazmak için çok fazla öfke var.
Tam bu noktada önemli bir konuya değinmek istiyorum. Bu kadar geniş bir hayal gücü olan ülkemizde, çok iyi gerilim öyküleri yazan yazar adaylarımız var. Ama maalesef okuyucumuza diretilen bu yabancı vampir edebiyatı yüzünden, öykülerini yayınlatmak için şans bulamıyorlar.
Umarım bir şans verilmesini bekleyen genç yazar adaylarımız adına bu serzenişim duyulur. Belki de bu sayede bizde, kültürümüze uygun gerilim hikâyelerini daha fazla okuma fırsatını yakalarız.


Cahit Sıtkı Tarancı’nın dizeleriyle noktayı koyayım konuşmama.
                "çok daha ferah olmalıdır
                cinnet dedikleri o cennet,
                akıl zindanlarımızdan…"

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.

SATRANÇ VE ŞÖVALYE


Arka kapak yazısı…

Sabahın ilk ışıklarında, sıcak yatağından uyuşuk bir şekilde kurtulmaya çabalarken, kulağına
O akşam öldürüleceğin fısıldansa…
Günün nasıl geçerdi?

Ya da; ana yola o kadar süratli girdiğinde; takla atacağını önceden izleyebilseydin…
Yine de gaza o kadar basar mıydın?

"Tetiğe basmadan önce sırıtıyordu;
Ne de olsa, kaderini bir başkası çizmişti."
-son bölüm-

Yazarımız; ikinci kitabında da gündelik hayatın karmaşasında unuttuğumuz
ancak bir kalp atımı kadar yakın ve ani olan salt bir gerçeği,
on değişik öykü ile mercek altına alıyor…

Korkmayın…
Nede olsa, her canlı bir gün ölümü tadacaktır.

(Heyula'nın yazarından)



Erol Çelik'in yazmış olduğu ikinci kitap, Satranç Ve Şövalye hakkında herşey.

Kitap hakkında basında çıkan haberlerden bazıları;

CUMHURİYET
www.cumhuriyet.com.tr

NTVMSNBC
www.ntvmsnbc.com

HABER7
www.haber7.com
www.istanbulburda.com
www.kayiprihtim.org
www.izmirdesanat.org
www.medyatava.com.



Heyula’nın yazarı Erol Çelik’ten, gerilim öyküleriyle dolu ikinci kitap.
Cinnet öyküleri devam ediyor!!!

Yazar : EROL ÇELİK 
Genel Yayın Yönetmeni: Ahmet İzci
Editör: Sezen Yeğin
İç Tasarım: Adem Şenel
Kapak: Hatun Özge Ünal
1.Baskı : Mart 2009 
AVRUPA YAKASI YAYINLARI 
Sayfa : 352 

www.avrupayakasiyayinlari.com


İÇİNDEKİLER:

Uyan Artık: …..………………………..9
Beyaz Adamlar: ………………………17
Son Bölüm: ...………………………….101
Trafik: ………………………………….128
Neş’et-i Sâniyye Teknesi: ……………168
Sıfır: ……………………..…………….188
Konuşun Benimle: ……………………212
T: ………………………..……………..221
Kireç Kokusu: ………………………..238
Kıyamet: …..………………………….329

HEYULA

                                                                                 ARKA KAPAK
"Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Hele bunlardan biri benim karımsa?"
Günışığının göz alıcı aydınlığında
alabildiğine nettir görüntüler.
Peki ya anlık cinnetlerin karanlığında?
Ayna parçalanır? Ruh parçalanır?

Paramparça olur sıradan yaşamlar?
Yazardan ruhumuzun karanlık yönüne
ayna tutan öyküler...

"Sadece önümde bir engel kaldı.
Her insanın hayatında geçmesi,
aşması gereken bir sırat köprüsü vardır.
Benim sırat köprüm karşımda duruyor."