12 Temmuz 2012 Perşembe

Erol Çelik - Benim Fantastik Dünyam


Bu yazı Temmuz 2012 de 58. sayının eki olarak, Gölge e.Dergi Türkiye'de Fantastik Hayat Dosyasında yayınlanmıştır.
Derginin tamamını okumak için: Göllge e-Dergi Türkiye'de Fantastik Hayat

Erol Çelik - Benim Fantastik Dünyam



1980’li yılların başıydı, yaz tatilini geçirmek için gittiğim köyümün sıradan bir gecesinde, babamla amcamın konuşmasına tanık oldum. Yedi yada sekiz yaşlarındaydım. Babam sessizce konuşup kimsenin duymamasına dikkat ederek, amcama durumu özetliyordu. Artvin, Şavşat’taki iki katlı ahşap evimizin kim bilir kaçıncı şahit oluşuydu bu gizemli konuşmalara? Babam “evlat, o senin zannettiğin kadar kolay bir iş değil, o gömüyü topal bir cin koruyormuş, başımıza iş alırız” diyordu. Belki o an, fantastik dünyayla tanıştığım ilk andı. Bir gömüyü koruyan topal bir cin olgusu, kafamda aniden büyüdü. Amcam “Abi, ben öğrendim, eğer gerekli duaları yaparsan ve gömüye ulaşıncaya kadar hiç konuşmazsan, o topal cin sana hiç bir şey yapamazmış. İşin sırrı hiç ses çıkarmamakta” diyerek direniyordu. Ne kadar büyüleyici sözlerdi bunlar, benim yaşımdaki biri için?
Daha sonraları ne oldu, babam ve amcam o gömüye gittiler mi hatırlamıyorum. Tam 27 yıl sonra, ilk kitabım Heyula’da bu öyküyü işledim. Topal cin, benim öykümde topal bir tilki kılığına büründü ve gömüye gelenlere göründü.
Yine aynı yıllarda, annemin doğduğu Hopa’nın Garci (Hendek) köyünde bir kez daha karşılaştım fantastik dünyayla. Kırmızı tepe diye bilinen alanın ardındaki mısır tarlalarına girmiştik bir kaç çocuk. Rahmetli anneannem koşarak yanımıza geldi ve “çıkın mısır tarlasından, orada Lazdebaraf var, sizi yakalar” diye bizi korkutmuştu. Sonraları Lazdebaraf nedir diye merak etmiştim. Lazdebaraf mısır tarlalarını koruyan,  kafasında kocaman bir sepet olan ve çocukları yiyen bir yaratık olduğunu öğrendim. Yaşlı bir kocakarı şekline bürünen cadılar olduğunu söylemişti köyün büyükleri.
Elbette çocukların mısırları mahvetmesini önlemek için uydurulmuş bir yaratık profiliydi bu ama hayal gücümün hamurunu daha bir sertleştirmişti. Ben o yaz, Topal cinin ve Lazdebaraf’ın yaşadığı bir fantastik dünya oluşturmuştum bile hayal dünyamda. O yaşlarda beynimde bir kayıt cihazı olsaydı,  ortaya nasıl öyküler çıkardı bir düşünün.
Bu yazıyı yazdıktan sonra Lazdebaraf hakkında bir öykü yazmaya karar verdim.
Sonrasında duyduğum bütün fantastik öğeler kafamda yer etmeye ve aklımı çelmeye başladı. Tepegöz’ü dinlemeye doyamazdım mesela. Sonraları isminin Anka Kuşu olduğunu öğrendiğim “Gak deyince et, guk deyince su vereceksin” diye adlandırdığım hikâyeyi dinlemek, beni iyice masalsı bir hayal gücüne sürükledi. Ayakları ters cinler, atlara ve lohusalara musallat olan Alkarası, toroslu kayalardan öteye yol vermeyen devler ve daha niceleri.
Bütün bunlar benim fantastik dünyayla tanışmama sebep olmuştur.
Fantastik dünyayı kim nasıl biçimlendirirse biçimlendirsin, benim anladığım ve sevdiğim fantastik dünya, yaşanmamış dünyalarda, gerçek olmayan varlıkların, gerçek yaşamla harmanlanmasıdır. Biz Türkler bunu gerçek yaşamımıza kadar sokmayı zaten başarmış bir toplumuz, yoksa bunca söylence olur muydu? Efsanelerin kalbi bu ülkede atar mıydı zannediyorsunuz?
Olağanüstü nitelikler taşıyan, gizli güçlere sahip, ne oldukları bilinmeyen, inançlarımızla yoğrulmuş varlıklarla ilgili hiç mi bir şey duymadınız?
Cinlerin, ecinnilerin, cadıların, perilerin, şeytanların, mekirlerin, feriştelerin, feriştahların kol gezdiği bir hayal dünyası, soluduğumuz havanın moleküllerine kadar karışmış durumda zaten. Soluk almamız yeterli. Nereye kaçarsak kaçalım, bu bizim genlerimize işlemiş durumda.
Türk insanının hayal gücü inanılmaz geniştir, bunu inkâr eden, Dede Korkut’un hikâyelerindeki gibi taş kesilir. Fantastik dünyanın en âlâsı kendi kültürümüzde sessizce yüzüyor zaten, sadece bunu görmek yeterli. Elbette batı edebiyatından da keyif alabilir ve o kitapları okuyabilirsiniz ama kendi kültürümüze açılsak, başka hiçbir şeye gerek kalmaz diye düşünüyorum.
Topal Cin, Lazdebaraf, Karakoncolos, Congolos, Kara-kura, Kara Korşak, Kamos, Kayış Ayak, At binen cin, Çarşamba karısı, Karabasan, Albastı, Hınkır Munkur, Demirkıynak, Tarlaguzan, İfrit, Yol azdıran, Çıtlık kuşu, Kuyu kızı, Umacı, Abra, Bukrek, Meran, Garuda, Aldacı, Enkebit, İtbarak, Hırtık, Rom rom ana.
Yukarıdaki isimler, bir nevi Türk fantastik dünyasının yaratıklarıdır bir kaçıdır sadece ve her birinin enteresan öyküleri vardır ama işin kötü yanı, sadece söylence olarak kalmıştır. Haklarında yazılmış geniş bilgiler ve öyküler yoktur. Her biriyle ilgili bilgi toplamaya kalksanız, elinize pek fazla bir şey geçmez ama her biri kendi başına fantastik bir dünyanın anahtarıdır ve en önemlisi bizimdir.  
Benim derdim  bu. Kimse bana kızmasın, fantastik edebiyat sadece elflerden orklardan oluşmuyor. Elbette ben de çok seviyorum o kitapları ama bizim bir an önce kendi fantastik dünyamızı yaratmamız gerek. Keşke herkes İhsan Oktay Anar gibi kendi kültürünü yazsa.
Özetlemek gerekirse; benim fantastik dünyam anlatılara, efsanelere dayanır. Bu topraklarda işlenebilecek o kadar lezzetli olgu var ki, o kadar geniş bir hayal dünyasına sahip bir toplumuz ki, kültürümüze sahip çıkalım.
Kendi fantastik dünyamıza sahip çıkalım.
Devşirilmeyelim.


                                                                                                             Erol Çelik
                                                                                                     06. Haziran. 2012


11 Temmuz 2012 Çarşamba

RÜYA AVCISI ( DÜŞÜNCE KANAMASI )


     Merhaba.
     Benim adım Rüya Avcısı. Daha önce tanışmıştık.
     Kendimi bırakıp insanların rüyalarında dolaşıyorum. Şahıslar umurumda değil, ben onların hayalleriyle besleniyor, karanlık dünyalarında nefes alıyorum ve iştahıma uygun olanı yutup, aklımda sindiriyorum.
Şimdi algılarımı temizleyip, kim bilir kimlerin rüyalarını yaşayacağım?
     Merhaba, içeri girebilir miyim?
     
     Dün gece avladığım bir rüya vardı, size ondan bahsetmeyeceğim. Çünkü çok fazla kanlıydı. Normalde hiç sevmem gereksiz kanlı rüyaları ama yine de sonuna kadar yaşadım, mmmm hatta acaba size anlatsam mı diye uzunca süre düşündüm, eğer bu gece düzgün bir rüya avlayamasaydım o rüyayı anlatırdım ama şu anda enfes bir rüyanın kokusunu alıyorum. Şşşşş.
      İşte buldum. Sessiz olun ve rüya avcısına kulak verin. Verin tabi, çünkü bundan hoşlanıyorsunuz, çünkü rüya avcısıyla avlanmaktan ve başkalarının rüyalarında yüzmekten daha iyi bir eğlence olmadığını biliyorsunuz.

     Sizi daha fazla bekletmeyeceğim artık. Zzzzz bir telefon görüyorum. Siyah ve çevirmeli. Eski ama gururlu. Garip, tanıdık olmayan bir tonda çaldığını hissediyorum. Evet, ses duymuyorum, sadece orada bir melodinin çaldığını duyumsuyorum. Mmmmm Telefon çaldıkça büyüyormuş gibi geliyor bana. Kara bir gölge gibi tüm dünyamı kaplayacakmış gibi sanki.

     Telefona doğru yürüyorum ve gariptir, rüyada olduğum halde o telefonun canlı olduğunu zannediyorum. Eğer telefonu kaldırsam beni yutacakmış gibi hissediyorum. Ama diğer yandan açmak mecburiyeti, her şeyin üzerine çıkıyor rrrrrr.
     Açmazsam dünyam yanacak.
     Canım yanacak.
     Rüya avcılığı böyle bir şey işte. Başkalarının duygularını yaşamak, onların korkularını sindirmek, hayal gücü engininde oldukça lezzetli bir şey. İiiii işim çok basit ve eğlenceli. Bu işi seviyorum. Çaba sarf etmeme gerek yok. Bedel ödememe gerek yok. Hiç kimseyi ve hiç bir şeyi rahatsız etmiyorum. Kimin rüyasında avlandığımı kimse bilmiyor. Kimi ziyaret ettiğim önemli değil. Tanıştığım insanlar bile beni tanımıyor.
     Var mı benden daha iyisi?
     Oooooo. Rüyaya kaldığım yerden devam edeyim. Canlanıp beni yutacakmış gibi sinsice ve usulca beni çağıran telefonu açıyorum. Açmamalıydım ama açıyorum. Her şey susuyor ama akıldaki düşünceler coşmaya, gürültü yapmaya devam ediyor. Bu engellenir bir kalabalık değil lllll, bu hazmedilir bir eziyet değil lllll. Ama uzun sürmüyor.
     Düşüncelerin kanaması tam o an susuyor.
     Düşünce kanamasını sıklıkla yaşamam rüyalarda. Rüyalar, genelde olayların zincirleme aktığı, kısa ve anlamlı bir görüntü yumağıdır ama düşüncelerin kanaması zalimcedir. Tarif edilemez zzzz. Birbirini bıçaklayan cüceler gibi tuhaf görünür ama anlamı yoktur. Bir düşünce diğerin altında ezilirken çığlıkları rahatsızlık verir. O kadar çok şey akıp gider ki, sadece anlamsız bir yorgunluk kalır geriye. Ardına baktığında sadece düşüncelerinin kanadığını görürsün.
     Neyse ben rüyaya döneyim mmmm. Bir telefonun açılması bu kadar sancılıysa, o telefondan çıkan sesin nelere yol açtığını tahmin bile edemezsiniz. Çok kısa bir rüyanın, hissiyatında boğulmaya bayılırım. Bu, onlardan biri. Telefondan bir ses geldiğini hissediyorum. Karanlık, soğuk ve tanıdık. Ses yok aslında telefonun ahizesinde, sadece bir tıslama var o karanlık dijital yolun çıkmazında. Ama kanayan, düşünce olunca, arzulanan ses gün yüzüne çıkar. Bir babanın sesini duyar bünye. "Ben ölmedim oğul merak etme" diye bir ses gelir arzulanan hayal gücünden. Düşünceler, hisler tekrar kanamaya başlar. Ahize erimeye başlar, bitter bir çikolatanın, yaramaz bir çocuğun elinde eridiği gibi. O an, kanayan düşüncelerin yerini gerçek rüya alır. Akışkan rüya. Rüya avcısı her şeyi tadar.
     Mmmm bayılıııır buna.
     Telefonu ahizesi, onu tutan eli eriyerek kaplar. Kol simsiyahtır şimdi. Odanın her yeri plastik eriğiyle kaplanır. Zift parlaklığı ve siyahlığı kaplar her köşe başını. Sssss siyah, rüyalarda bile parlaktır. Odanın diğer ucunda temiz bir telefon görünür. Diğer her şey zifttir. Telefon yine çevirmeli ve eskidir rrrrrrr. Yine çalar ama sesi çıkmaz. Yine canlıymış gibidir ama usulca bekleyerek tehdit eder. Bir el uzanıp onu açar ve düşünce kanaması tekrar yaşanır. Ffffff. Bir babanın sesi duyulur anıların daha tazecik bölümünden. "Ben ölmedim oğul, merak etme” der. Telefonun ahizesi çikolata gibi eriyerek tüm dünyayı kaplar. Ve hızla döner dünya. Odanın diğer ucundaki telefon görülür, tertemizdir. Çalmaya başlamıştır. Görüntü tekrarlanmaya devam ederken tüm dünyadaki telefonlar çalıyordur.
     Bütün babalar konuşmaya başlar.
     Düşüncenin canı yanmaya başlamıştır.
     Kanaması durmaz. Zzzzzzzzzz

     Feci bir rüyaydı. Yoğun ve sancılı. Ağır ve hazımsız. Acı ve yanık kokulu.
     Ooooo hala kendime gelemedim doğrusu.
     
     Ben şimdi gideyim ve kendi kanayan düşüncelerimden tadayım. Siz de gidin ve rüyalar görün. Ne görmeye çalıştığınıza karar vermeyin, ne görmeniz gerektiğinize bilinçaltınız karar versin. Ben böylesini daha çok severim.

Ben sadece onları ziyaret ederim.

     Benim adım Rüya Avcısı, daha önce karşılaşmıştık.

                                                                                           
Erol Çelik
11.Temmuz.2012


.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

BEN BİR KATİLİM ( 3 )


     Ben bir katilim ve işlediğim cinayetlerin zaman mevhumuyla hiçbir alakası yoktur. Şöyle açıklarsam daha anlaşılır olur galiba. Benim gibi insan öldürmeyi beyninde yaşayanların tarih sıkıntısı yoktur. İstediğimiz an, istediğimiz tarihte ve istediğimiz mekânda şiddet uygulayabiliriz. Bu sadece aklımızın bizi nereye götürdüğüyle alakalıdır. Neticede şiddete maruz kalanın, onu yaşayanla bir ilgisi olmamalıdır. Onu yaşayan, eğer bizim gibi, şiddeti üretenler gibi, olayı akıllarında yaşaması yeterlidir. Bu bir beslenme gerçeğidir.
     Şiddetle beslenmek, onu arzulayan kişinin tercihi kadarıyla gerçekleşir. Biz neye hizmet ettiğimizi bildiğimiz sürece tehlike yoktur.
     O zaman itiraflarıma devam edeyim.



     2078 yılında olabilecek bir darbeye karışmıştım. O tahammülsüz yılların hükümetinin inanılmaz zulmüne karşı oluşturulan bir direniş gücü vardı ve beni direniş gücünün lideri buldu. Yardım istiyordu. Boyumdan büyük bir işe karışmak gibi bir korkum olmadığı için, önce yardımın sebebini sordum. Liderin açıklamaları bana yetmişti. Yardım edecektim. Çözümü biliyordum.
     2078 yılındaki yaşantıyı inceledim ve karşılaştığım manzara beni ürküttü. Gerçekten gelecek böyle mi olacaktı? Eğer öyleyse vay geleceğin haline. İnsanların eğlence anlayışları tamamen değişmiş, okudukları kitapları yaşayarak eğlenir olmuşlardı. Daha açıklayıcı olmak gerekirse, birey eğer aşk romanlarından hoşlanıyorsa, oradaki kahramana bürünüyor, kitapta konu edilen aşkı yaşıyordu. Eğer kişi, maceradan hoşlanıyorsa, okuduğu kahramanın kimliğini taklit ediyor, kurgulanan kitabı yaşıyordu. Hükümet bunun için platformlar oluşturmuş, parkurlar düzenlemişti.
     Sorun yok gibi görünüyordu ama şiddet edebiyatından hoşlanan okurlar için durum farklıydı. Onlar bir katili örnek alınca ve sistemin yönlendirdiği parkurlar dışında cinayetler işlemeye başladığında, iş çığırından çıkmıştı. Hükümet bu oyuna bir son verdi ve halkın tek eğlencesini elinden aldı. İnsanları tam bir monotonluğa mahkûm etti.
     Çözüm yerine, işin kolayına kaçarak yasak edebiyatına başvurdular.
     Bu gidişe dur diyen birileri olacaktı ve yardım çağrısı bana geldi. Ben bütün incelemelerimi bitirdiğimde, direniş liderine iyi bir yazar yolladım. Gerilim öyküleri yazan ve o tarihin en iyi yazarını. İsmi Volkan Hasanoğlu’ydu.
     Volkan Hasanoğlu yeni bir öykü yazdı. Direniş bu öyküyü el altından dağıttı. Dört bin ayrı ordu kuruldu.      Halk ordusuydu bunlar ve öyküdeki kahramanı yaşıyorlardı.
     Darbe girişimi oldu. Çok kan döküldü. Dört bin ayrı orduya karşı hükümetin pek bir şansı yoktu.
DARBE ( Erol Çelik - 19 Numaralı Koltuk. S. 7 - 32)


     2008 yılının sıcak ama güvensiz günlerinden birinde Emin Tortu isminde bir gençle tanıştım. Bir emlak ofisinin camlarındaki ilanlara bakıyordu. Bakışlarındaki ve hareketlerindeki gerilim beni merak denizinin en derin bölgesine sürüklemeye yetmişti. Yanına kadar sokuldum ve kulağına ne yapmak istediğini fısıldadım. Aklı karışmıştı muhakkak, bana diğer kişiden bahsetti. Onunla tanışmak istediğinden ve sevgilisiyle olan sorunlarından konuştu.
     Çok fazla bir şey anlamadım ve onu takip etmeye karar verdim. Emlakçıdan çıkıp evine gittiğinde aklında bazı planlar yaptığını anlamıştım ama beni bile şaşırtacağından hiç şüphem yoktu. Kız arkadaşıyla film seyrediyordu ertesi gün. Film bitince kız arkadaşı küstahlıklar yapmaya başlamıştı. Emin pencereden dışarı baktı. Karşıda boş bir daire vardı. Ben ne yapmam gerektiğini düşündüğüm o anlarda, Emin Tortu’nun arayışını anladım ve aklıma gelen şeyle kendimi kutladım.
     Artık Emin Tortu’nun oturduğu evin karşısındaki boş dairenin içindeydim. Onun kafasını karıştıracak bir şekle bürünmem ve olaylara şekil vermem çok da zor olmadı. Emin içeri girerek, karşıda bir adamın olduğunu söyledi ve kızı zorla pencereye çekti. Küstah kız pencereye gelip benim olduğum pencereye baktığında ben ortadan kayboldum.
     Olaylar hızla gelişti. Emin Tortu, karşı penceresinde bir yabancının dolaştığını gördüğünü düşünerek aklını oyalıyordu ve sevgilisini bu oyunun içine sürüklemeye çalışıyordu. Fakat kız ayrı dünyalarda yüzmek istiyordu. Onları binadan çıkarken gördüm. Fırsatı kaçırmak üzere olduğumu anladığım için hemen delikanlının kulağına fısıldadım. “Hadi onu karanlık pencerenin olduğu eve getir, bu eğlenceli olacak” diye ikna ettim.
Kız direndi böylesi bir maceraya katılmak için ama Emin kararlı bir şekilde kızı boş daireye kadar sürükledi.   “Gel” dedi “eğlenceli olacak”
     Ben boş dairede bir köşeye saklandım ve olanları yönetmeye başladım. Kız durmadan tehditler savuruyordu oysa emin kızı eğlendirmeye çalıştığını savunuyordu. İşler çığırından çıkacağı sırada devreye girdim ve Emin’in kulağına fısıldadım tekrar. “Öldür onu” dedim. Küreğin yerini gösterdim.
     Kürek kızın kafasını ezerken bir kenarda zevkten şekillere bürünmüş bir şekilde olanları izledim. Ben bir katilim ve bundan zevk alıyorum.
KARANLIK PENCERE (Erol Çelik - 19 Numaralı Koltuk S.33 – 60)


       2002 yılında bir otobüs kazasından sonra, katillik hayatımın en enteresan olaylarından birini yaşadım ve yaşattım. 19 numaralı koltukta yolculuk eden biri ne kadar dikkatimi çekebilirdi ki? Veya birkaç koltuk önde güzel bir kızın 19 numaralı koltukta oturan gence alımlı bir şekilde bakması beni ilgilendirir miydi?
     Yiğit isminde bir genç, 19 numaralı koltukta oturan yiğit, parçalanmış bir otobüsün, alevler ve dumanlar içindeki ön camından dışarıya doğru bağırıyor olması, beni ilgilendirdi. İlk kez orada tanıdım onu. “O yaşıyor, bebek yaşıyor” diye bağırıyordu. İtfaiyeciler ona ön camda dışarı çıkması için alan yaratmaya çalışıyorlardı ve nihayetinde kucağında genç bir kızla ön camda gördük onu. “Bebek yaşıyor, onu duyabiliyorum” diye feryatlar içindeydi.
     Yiğit’i ikinci kere hastanede gördüm. Daha doğrusu onu görmek için hastaneye gittim. Çünkü enfes bir konuydu bu yaşayacağım. Genç, bana kurtardığı kızı hiç tanımadığını ama hastanedekilerin ve polisin onu eşi zannettiklerini söyledi. Yardım isteğiydi aslında bu serzeniş. Üstelik kız hamileydi.
     Ben hızla aklımda bir kurgu yapmaya çalıştım ama başaramadım. Yiğit’e, hadi kalk, al kızı ve hastaneden çıkart dedim. Götür ve ailesine teslim et. Diğer taraftan kızın hayatının hiçte kolay olmadığını kurguladım aklımda. Onlar İstanbul’a doğru yola çıkarken ben, kızın eski bir sevgiliden peydahladığı çocuğunun kaderini çizdim. Eski sevgili ilk cinayet olmalıydı. Arzulu bir cinayet gibisi olamazdı.
     Bebeğin doğmasına yakın Yiğit’e, çocuğun babasını bulmasını fısıldadım. Buldu da ama baba olacak serseriye bebeği kabullenmemesini söyledim. Ortalık karıştı. Kavgalar gürültüler.
     “Yiğit” dedim “eğer bebeği kabul etmeyecekse ve bebeğe sen bakacaksan bunun bedelini ödemeli.” Yiğit düşündü. “Öldür onu” dedim fakat sanki buna cesareti yoktu. Oysa uygun koşullar olursa yapacak gibiydi.   Koşulları sağladım. Koşulları sağlamakta benim gibilerin üstüne yoktur. Bebeğin babasını Yiğit’e öldürttüm.   Çünkü ben bir katilim.
      Bitmedi. Kader 19 numaralı koltukta başladıysa orada bitmeli diye düşündüm ve Yiğit’le bebeğin annesinin Ankara’ya doğru kaçmasını sağladım. Her şeyi ayarlamıştım. Otobüsle yolculuk edeceklerdi. 19 numaralı koltuğa oturmalıydılar diye düşünenler biraz basite kaçmış olurlar.
     Büyük bir otobüs kazası daha planladım ama bu sefer onlar için kurtuluş olmamalıydı. Ve bu sefer bu kaderin başlangıcının anlamının büyüklüğü gibi, bitişinin de anlamlı olması gerekiyordu. Her ölüm küçük bir öyküyü hak eder. Yiğit’in öyküsü küçük bir öyküden fazlasını hak etti doğrusu.
     Yiğit bu sefer 19 numaralı koltukta oturmuyordu ama 19 numaralı koltukta oturan bir başka genç yüzünden gerçeği anladı ve ölümünün ne kadar boşa gittiğini anladı. Bu acı bir öykü olmuştu.
     Ben istediğimi elde ettim. Başkalarının acı sonları beni daha fazla keyiflendirir mi bunu size söyleyemem ama şu kadarını bilmeye hakkınız var, ben bir katilim ve işim öldürmektir. 
     Buna ihtiyacım var.
19 NUMARALI KOLTUK ( Erol Çelik - 19 Numaralı Koltuk s.61 – 141)


     Kafamı dinlemek için ya da aklımı toplamak için genelde şehir metrosunda dolaşmayı severim. Bazen işler çığırından çıktığı zamanlar kendimi banliyö treninde bulurum. Küçükçekmece’den biner, Sirkeci’de inerim. Metro ve tren benim gibiler için bir mabet gibidir. Yoksa onca insanı nerede bir arada görebilirsiniz?
     İşte o, günahlarımla yüzleşmekten kaçtığım günlerden birinde rastladım Şamil’e. Sirkeci yönüne giden banliyö trenine binmişti. Tam da benim bulunduğum vagona. Beni göremiyordu çünkü ben tam o sırada vagondakilerle küçük bir oyun oynuyordum. Uyuma oyunu. Vagondaki herkes uyuyordu. Şamil vagondan içeri girince şaşırdı ama korkmadı. Ben korkar ve trenden iner diye düşünüyordum ama öyle olmadı.   Aradığım eğlenceyi bulmuştum.
     Bir vagon dolusu insanı nasıl öldürürüm diye düşündüğüm an, buna nasıl bir amaç yüklerim dediğim an, bu katliamı nasıl daha eğlenceli hale getiririm dediğim an, bu andı.
     Şamil kapanan vagon kapılarının penceresinden dışarıya bakmaya başladı. Oysa kafasında merak denen canavar çoktan uyanmıştı. Şamil’e etrafı araştırmasını fısıldadım. Herkes, hatta ayaktakiler bile uyuyordu ve bunun sebebini öğrenmeliydi. Yaşlı bir adamı uyanık gördüğünde çok şaşırdı. Ama yaşlı adamın gözlerindeki suçlayıcı ifadeden korktu ve koşarak uzaklaştı.
     Oyun şimdi başlıyordu. İlk durakta Şamil trenden indi. Şimdi sıra bendeydi. Şamil indiği vagonun içine baktı. Şimdi bütün herkes uyanıktı ve yalvararak camlara vuruyorlardı. Bu kadarı da yetmez dedim. Korkular içinde kıvranan Şamile çok daha büyük bir oyun hazırladım. Koşarak vagondan uzaklaşırken, tren korkunç bir gürültüyle havaya uçtu.
     Vagonun içinde kaç kişi vardı hatırlamıyorum ama hepsini öldürdüm.
     Şamil uyandığında kendini bu sefer bir metro istasyonunda görmüştü. Sanki bir önceki tren kazasını rüyaymış gibi anılarına kazıdım, bunu yapmamın sebebi, oyunuma devam etmek istememdi. Şamil uzunca bir süre gerçek hayat zannettiği, benim kurgumda yaşadı. Bir kızla cesaret savaşı verdi ve sonunda onu elde etti. Bir adamla kavga etti ve sopa yemesine karşın erkekliğini ispat etti.
     Ama sonunda ilk yaşadığı tren kazasının gerçekliğiyle yüz yüze geldi. Sebebini ve neden bu oyunun içine sıkıştığını öğrendi.
     Ben ise bir vagon dolusu insan öldürdüm.
     Ben bir katilim.
BU SEFER SINAVI KAYBETME (Erol Çelik – 19 Numaralı Koltuk s.187 – 216)


     İki bin iki yılının kasım ayına yakışmayacak kadar iştah açan atmosferinde üç dalgıçla tanıştım. Elbette onlar beni tanımadılar ama ben onlarla nerdeyse bir hafta geçirdim. Enfes manzaralar eşliğinde, enfes maceralar yaşattılar bana.
     Hele o liderleri yok mu, bilmiş tavırları ve diğerlerini daraltan kuralları beni çok eğlendirdi. Birçok şey öğrendim doğrusu. Neden tüpsüz dalındığından, balık çeşitlerine kadar her şeyi.
     Liderle ilgili bir oyun düşünmeliydim. Aslında dilinden düşürmediği senkop, aradığım şeydi ve bu konu için bir ön çalışma yaptım. Doğrusunu söylemek gerekirse bilmem gereken her şeyi, üç kişilik ekibin lideri söyleyip duruyordu zaten.
     Planımı yürürlüğe koyduğum gece ekip, gece dalışı için kendi dalış alanlarında hazırlıklarına başlamışlardı. İlk başlarda bir süre balık tutmalarına müsaade ettim. Tam tuttukları balıklardan mangal yapacakları an, üzerlerine üç tane şarapçı musallat ettim. Amacım sıkı bir kavga çıkartıp olayın rengini değiştirmekti.
    Her şey istediğimden daha iyi gelişti ve olaylar bıçaklamalarla bitti.
    Hayır, elbette bu kadar değildi. Ben olayı senkoba bağlamalıydım ve bunun için bir fırsat daha verdim.
    Üç şarapçıyla kavga ettikleri gece olayları sadece kavga boyutunda bitirdim. Üç dalgıç o gece sorunsuz bir av yaptılar ve evlerine döndüler. Ertesi gün liderlerine senkop yaşatmak için kollarımı sıvadım. Güzel bir av günü daha sundum dalgıçlara ve ödül olarak alkol içmelerini sağladım.
     Sabaha karşı teknede gözlerini açan lider, arkadaşlarının balık için daldığını gördü. Önce çok sinirlendi onlara çünkü en önemli kurallardan biriydi alkollü ve alkolden sonra suya girmemek. Ama insanoğlu çiğ süt emmişti. Arkadaşları elleri balıklarla su yüzüne çıkınca kendini tutamadı ve suya daldı. Benim amacım da buydu zaten, insanın kendi kurallarında boğulmasına bayılırım. En azından iri bir levrek tutmanın ne zararı olabilirdi ki?.
     Senkop denen şey onu yutunca kendinden geçti.
     Bir ara gözlerini açtığında arkadaşları tarafından kurtarıldığını gördü ama buna müsaade etmedim ve tekrar kendinden geçmesini sağladım. Tekrar kendine geldiğinde bir ambulansa taşındığını gördü. Az ilerde üç sarhoş ona doğru bakıyordu ve ellerinde kanlı bir bıçak vardı.
     Ben bir katilim. Eğer böylesine bir özgürlüğüm yoksa, bu işi neden yapayım ki?
DERİNLİK SARHOŞLUĞU ( Erol Çelik – 19 Numaralı Koltuk s.217 – 262)


.