29 Haziran 2012 Cuma

RÜYA AVCISI ( Her yer cayır cayır yanıyor )


          Merhaba.
          Benim adım Rüya Avcısı. Daha önce tanışmıştık.
          Kendimi bırakıp insanların rüyalarında dolaşıyorum. Şahıslar umurumda değil, ben onların hayalleriyle besleniyor, karanlık dünyalarında nefes alıyorum ve iştahıma uygun olanı yutup, aklımda sindiriyorum.
Şimdi algılarımı temizleyip, kim bilir kimlerin rüyalarını yaşayacağım?
          Merhaba, içeri girebilir miyim?

          Ssssss sıcakları sevdiğimi söylemiştim size. Bu aralar lezzetli rüyalar görememiştim ama sıcaklar bana artık istediğimi sunuyor. Şimdi hazır olun beslenmeye.
          Tanıdık ama bomboş bir sokakta yürüyorum şu an. Güneşin sıcaklığını hissetmemek mümkün değil. Aaaaaaa saatlerce yürümüş gibi yorgun hissediyorum kendimi. Bu iyi işte, rüyanın neresinden girdiğimi  bilmediğimi gösterir.
          Solumda bir çay bahçesi var, dışarıdaki masaları bomboş, sanki bütün dünya bomboş. Şşşşş devam ediyorum. Az ilerde bir araba görüyorum park halinde, abraya yanaşınca içinin ağzına kadar suyla dolu olduğunu anlıyorum. Koşuyorum, iiiiiii içinde birileri var galiba. Hemen arabanın kapısını açıyorum ve bir şelale gibi ayaklarımın dibine su akıyor. İki cansız beden suyla beraber ayaklarımın dibine düşüyor. Hayır, cansız beden değil onlar, sadece elbise. Uuuuuu güzel, büyüleniyorum bu noktada.
           İlerlemeye devam ediyorum ve bir sürü içi suyla dolu araç görüyorum. O kadar çok ki, aklım sıçrıyor. Koşuyorum ve her birinin kapısını açıp içindeki suyu boşaltıyorum. Mmmm suyla birlikte birçok elbise, yürüdüğüm yola dökülüyor. Şimdi kırmızı arabaya koşuyorum ve kapısını açıyorum, içinden dökülen su, dizlerime kadar ıslatıyor beni. Kırmızı arabadan dökülen elbiseler ayaklarıma dolaşıyor. Koşarak gri arabaya varıyorum, bu sefer zor açılıyor kapı ama başarıyorum açmayı. Ooooo gri arabadan dökülen su dengemi kaybetmeme yol açıyor. Neredeyse yere düşüyorum. Elbiseler de çok.
           Araçların gittikçe çoğaldığı yol dümdüz ve ufuksuz uzanıyor önümde. Daha çok işim varmış gibi seğirtiyorum bir diğer aracın kapısını açmaya. Zzzzz araçların içinden dökülen elbiseler, rengârenk bir çiçek bahçesine benziyor geride bıraktığım yolun üzerinde. O kadar çoklar, o kadar ıslaklar ki, iğreniyorum.
Her yerim ıslanıyor. Hızla araçların kapılarını açmaya devam ediyorum. Ama bir ev görüyorum nihayetinde. İki katlı bir köy evini andırıyor ilk önce. Şehrin tam ortasına yakışmayan bir eskiliği ve ahşaplığı var adeta.  Bahçe kapısının dışından içeriye bakıyorum. Köy evinin kapısı açık ama bahçe kapısı kapalı. Evin kapısından küçük bir ırmak gibi su akıyor dışarıya. Beni çağırıyormuş gibi, ırmak bahçe kapısına doğru ilerliyor.  Mmmmmm, bahçeyi gözden geçirince her yerde çamaşırların asılı olduğunu görüyorum. Gariptir hepsi kuru. Ama rüzgâr onları düşürmek için çaba harcıyor. Bahçe kapısının demir tokmağını çevirince, üzerime tonlarca su boşalıyor. Kapıya tutunuyorum bu sele kapılmamak için. Çenemi kaldırmasam boğulacağım.
          Vay vay vay vay, ne güzel bir rüya böyle.
          Bahçeden içeri giriyorum ve iplerde asılı olan elbiselere bakıyorum. Sanki onların düşmesini engellemek için bir yol arıyorum. Bahçenin içi belime kadar suyla dolu. Tertemiz bir gölün içinde yürüyormuşum gibi geliyor bana. Rüzgâr deliriyor. Neredeyse elbiseler uçuşup suya düşecek. Hhhhhh köy evine doğru yürümeye başlıyorum. Açık kapısı ve içinden akan ırmağı görüyorum. Su, eve yaklaştıkça derinleşiyor. Artık göğsüme kadar gölün içindeyim. Yürüyemiyorum adeta ama ilerliyorum.
Açık kapının tam önüne geldiğimde arkama bakıyorum ve bahçedeki asılı elbiselerin tek tük uçuşmaya ve suya düştüğünü görüyorum.
          Rüzgâr coşuyor.
          Eve girmek için artık neredeyse yüzmem gerekecek. Nnnn nefesimi tutuyorum ve kapıdan içeriye giriyorum. İçerisi çeneme kadar suyla dolmuş ve suyun üzerinde yüzlerce elbise yüzüyor. Ellerimle suyu geri iterek ilerliyorum. Suyun üzerindeki elbiseler yüzüme geliyor. Onlardan kurtulmaya çalışarak ilerliyorum.
Eeeeee. Nefesimi tutup suyun içine dalıyorum ve gözlerimi açıyorum. Korkunç, suyun altı çok daha fazla elbiseyle dolu. Korkuyorum ve hızla suyun üzerine çıkıyorum. Kaçmak için kapıya yöneliyorum. Artık yüzüyorum ama elbiseler kulaç atmama müsaade etmiyor. Llllll boğulmak üzereyken evin kapısından dışarıya akıntıyla birlikte yuvarlanıyorum. Suların ve elbiselerin arasında dışarıdaki manzarayı görmeye çalışıyorum. Korkunç. Havada binlerce rengârenk elbise uçuyor. Güneş hiçbir ışığını suya değdiremiyor.
          Yüzmeye çalışıyorum, hayır çırpınıyorum. Mavi bir elbise nefes almaya çalıştığım yüzüme yapışıyor. Zorla onu kenara atıyorum ama nafile, bir başka elbise yapışıyor yüzüme.
          Yüzemiyorum artık. Dibe çöküyorum. Rengârenk balıklar gibi elbiseler dolu suyun altı. Onları kenara iterek suyun altında ilerliyorum ama nefesim kalmıyor. Başımı zorla da olsa suyun üzerine çıkartıyorum. Bahçe kapısına artık yakınım. Eğer kapıya ulaşırsam kurtulurum zannediyorum. Gözlerimi yumup derin bir soluk aldıktan sonra bahçe kapısına doğru yüzüyorum. Elim demir tokmağa değiyor. Kendimden geçmek üzereyken kapıyı açıyorum.
          Ooooooo, bu nasıl bir rüya soluğum kesildi yahu.
          Bahçe kapısını açınca bütün dünyanın suyu üzerimden akarak yola boşalıyor. İşte o an biraz olsun nefes alıyorum ve doğruluyorum. Biraz önce geldiğim yolun üzerindeki arabalar, bahçeden boşalan suya kapılıyorlar. Bir birlerine vurarak akıntıyla uzaklaşıyorlar.
         Arabaların ardından koşmaya başlıyorum. Koşamıyorum, yüzmeye çalışıyorum, yüzemiyorum boğulmamaya çalışıyorum ama sonunda beyaz bir arabanın yanına varabiliyorum. Arabanın arka kapısını açıyorum ve içindeki suyu boşaltıyorum. Bu arabanın içinden hiç elbise çıkmıyor. İçine giriyorum. Kapıyı ardımdan kapatıyorum ve selin üzerinde yüzen arabada, arka koltuğa oturuyorum.
          İiiiiii işte o zaman dışarıdaki gerçek dünyayı görüyorum. Korkunç dünyayı görüyorum. Her yer cayır cayır yanıyor. Bir itfaiye hortumu bulunduğum arabayı söndürmeye çalışıyor. Hortumdan o denli su boşalıyor  ki, aracın içini dolduruyor.
         Nefes alamıyorum.
         Puhhhhhhh. Çok iyiydi be!
         Film gibi seyrettim. Rüyanın uzun olması beni doyurdu doğrusu. Artık huzur içinde dinlenebilirim. Artık rüyayı semirip, sindirebilirim.
        Eeeee ne de olsa ben bir rüya avcısıyım ve işim bu benim.
        Rüyalarınız benim için, en az kendinizin olduğu kadar önemli.
        Hadi siz de gidin, rüyalar görün. Özgürce görün. Nnnnnnn. Korkmayın bu gece avlanmayacağım. Mmmmm.

        Benim adım rüya avcısı daha önce karşılaşmıştık.

                                                                                            Erol Çelik
                                                                                            29 Haz. 12  

13 Haziran 2012 Çarşamba

BEN BİR KATİLİM ( 2 )


     2007 yılında hamile bir kadının hastane koridorunda koştuğunu gördüm. Önünde küçük bir çocuk vardı. Kadın çocuğu takip ederken, ben de peşlerinden gittim. Küçük çocuk, kadını pis bir umumi tuvalete soktu. Peşlerinden ben de girdim ama onlar beni görmüyordu.
     Karşılaştığım manzara benim gibi bir katili bile üzmüştü. Zavallı kadın oğluna, kendisini terk etmemesi için yalvarıyordu. Küçük çocuk annesine tuvaletteki bir kovayı gösteriyor, kadın feryat figan ağlıyordu. Kovanın içine baktığımda, aklım sıçradı. Poşetlere sarılmış oyuncak bebekler vardı kovanın içindeki suda.
     Ben hemen bir hemşirenin gelmesini sağladım. Hemşire, kadına bağırmaya başladı, “acele et, çocuğunu kurtarmalısın” diyordu. Kadın, hemşireyi dinledi ve onunla birlikte koşarak ameliyathaneye girdi. Tabi bende onların peşindeydim.
     İçeri girdiğimde gördüğüm manzara çok daha akıl karıştırıcıydı. Biraz önceki kadın doğum masasının üzerinde kendinden geçmiş bir halde yatıyordu. Başında hemşire, doktor ve bir de adam vardı ve durmadan kadına uyanmasını haykırıyorlardı. “Uyan artık, yoksa çocuğunu kaybedeceksin” diyorlardı.
     Ben bir katilim ama buna yüreğim el vermedi ve kadının uyanmasını sağladım.
     “Uyan artık, uyan da bebeğinin hayatını kurtar.”
     Kimse ölmedi. Ben başka cinayetler işlemek için yoluma devam ettim.

UYAN ARTIK ( Erol Çelik – Satranç Ve Şövalye kitabından. S. 9-17)  


     Uyuşturucu batağına yeni saplanan bir genç adamın benden yardım istediği yıldı 1996. Temmuz ayındaydık ve olayları izlediğim o günlerde zavallı çocuğa çok acıdım. Kötü arkadaş kurbanı olmuş ve uyuşturucu kullanmıştı. Bir gün bana, “eğer kullanmazsam beyaz adamlar beni rahatsız ediyor” demişti. Oysa bilmiyordu ki, beyaz adamları onun başına ben musallat etmişti.
     Eğer uyuşturucu alırsa cesaretli olduğunu zannediyor, yatak odasına gelen beyaz gölgelere kafa tutabiliyordu. Beyaz Adamlar genç çocuğa o tozu kullanmayacağı bir gün olacağını, işte o zaman kendilerinden korkması gerektiğini söylüyordu.
     Bu oyunu sevmiştim. Genç, uyuşturucu kullanmadığında korkak oluyordu. Ben hemen beyaz adamları devreye sokuyordum. Bu durum gencin aklını iyice zarara uğratmıştı. Uzun bir kedi fare oyunundan sonra son noktayı vurmaya karar verdim.
     Ben bir katilim, bu yüzden, gence feci bir ders vermeliydim. Gencin kulağına eğildim ve bu akşam eve bir arkadaşını çağırmasını, ona beyaz adamlar gördüğünü söylemesini fısıldadım. Dediğimi yaptı. Ben hemen beyaz adamlara gittim ve bu gece söyleyeceğim her şeyi harfiyen yapmalarını emrettim.
     Genç, yanındaki arkadaşına durumu anlatmıştı. Arkadaşı ben yanındayım gibi zavallı bir tesellide bulundu   ve bu gece uyuşturucu içmemesini söyledi. İşte aradığım fırsattı. Gecenin ilerleyen saatlerinde beyaz adamlara gerekeni söyledim ve olanlar oldu. Uyuşturucu müptelası genç, arkadaşını öldürmeye teşebbüs etti. Kulağında durmadan dolaşan, beyaz adamların sesi vardı. “Zarar ver ona!” diye bağırıyordu beyaz adamlar. Ben de bağırıyordum.
     Arkadaşını öldüremedi ama kalıcı zararlar verdi.
     Genç, en azından uyuşturucunun ne kadar feci bir şey olduğunu anladı. 
     Başarısız bir girişim gibi görünebilir ama ben hala o gençle oyun oynuyorum. Şimdilerde hastanede tedavi oluyor ama benim beyaz adamlarımla iyi geçindiğini zannediyor. Hele bir çıksın.

BEYAZ ADAMLAR (Erol Çelik – Satranç Ve Şövalye kitabından. S 17-100) 


     Altıncı romanını yazan bir yazarın vicdan savaşına katıldım. Yıl kaçtı? İki binlerin sonu olmalıydı. Yazarla benim aramda feci bir benzerlik vardı. O, yazdığı kitaplarda insanlara kötülük yapıyordu ve bundan zevk alıyordu. Hatta bundan para kazanıyordu. Okuyucu, başkalarının mahvolan hayatlarını okurken, yazar bu tarafta bundan nemalanıyordu.
     Bana geldiğinde, altıncı romanının son bölümünü yazmak üzereydi. Benden ne istediğini sordum. Bana, kitabındaki adamdan bahsetti. Adam karısını ve çocuğunu öldürmüştü kitapta. “Ne güzel işte” diye söyledim. “Öldürmüşsün onları, ben ne yapabilirim k?” Ama yazarın düşünceleri kanıyordu. Bana dedi ki “ben ailesini katlettim ama kitaptaki adam bana bunun sebebini soruyor, ben ona ne cevap vereceğim?”
     Sonuçta ben bir katilim, insan öldürürüm ama sebep aramam. Fakat benden istenen yardımı da geri çevirmem. Yazara “adama şunu söyle” dedim. “Yaşadığı şey bir başkasının yazmış olduğu bir kader. Bunu kabullenmelisin” diye söyle dedim. “Tıpkı senin kaderini yazanın kaderini de bir başkasının yazdığı gibi. Tıpkı bunları söyleyenin kaderini bir başkasının yazdığı gibi.”
     Söylediklerim yazarın kafasına yattı ama ben ondan bir iyilik yapmasını istedim. Yazar kabul etti. Uzun süreden beri cinayet işlemediğimi ve ailesini katleden adamı öldürmek istediğimi söyledim.
     Yazar kabul etti.
     Son bölüm yazılmış oldu. Ben cinayet işledim.

SON BÖLÜM (Erol Çelik – Satranç Ve Şövalye kitabından. S. 101-127)



     2007 Temmuzunda feci bir trafikte sıkışıp kalmıştım. Sıkıntıdan sürücülerin düşüncelerini okumaya başladım ve aradığımı çok geçmeden buldum. Az ilerde bir adam, yandaki bir arabayı kullanan güzel bir kadına bakıyordu. Onu eski sevgilisine benzetmişti. Hemen kadının aklını ziyarete gittim ve enteresan bir şekilde onunda adamı seyrettiğini fark ettim. Ama garip bir ilişkiydi yaşadıkları. Kadın yandaki adamı ölmüş abisine benzetiyordu ama adam bunu cilve olarak algılıyordu. Adam, kızı eski sevgilisine benzetiyordu. İlgiyle, düşüncelerini dinlemeye koyuldum.
     Aklıma bu yaşananlarla ilgili kötü bir şey gelmiyordu. Garip bir aşk hikâyesiydi sanki oysa ben aşk hikâyelerinden nefret ederdim.
     Trafik açıldı ve kız bastı gaza. Galiba aradığım fırsatı bulmuştum. Hızla adamın aklına süzüldüm ve onu çeldim. Kız ona ümit vermişti ama tıpkı eski sevgilisi gibi onu terk ediyordu. “Sen hep böylemi yaşamak zorundasın?” diye haince fısıldadım kulağına. “Hayır!” diye isyan etti bana. Buna bu sefer izin vermemesini söyledim tekrar.
     “Hadi kıza yetiş ve buna hakkı olmadığını söyle ona” dedim.
     Çok keyif almaya başlamıştı. Acaba ikisini de öldürebilir miyim diye hesaplar yapıyordum. İyi bir kaza bunu sağlayabilirdi.
     Adamın düşüncelerine yapıştım ve gerdikçe gerdim. Kadına yetişti ve ben tam o an direksiyonu kadının üzerine kırdım. O an ikisinin de ne düşündüğü umurumda değildi.
     Ben ikisini de feci bir kazada öldürmüştüm. Gerisi önemli değildi.

TRAFİK (Erol Çelik – Satranç Ve Şövalye kitabından. S. 128-167)


     Adamın adı Kenan’dı galiba. 2001 yılında bu adamı ebru yaparken tanıdım. Aklı sevdiği yüzünden yerinde değildi. Kenan tuhaf bir şekilde, yaptığı ebruları sevdiği insana beğendirmeye çalışıyordu. İlgimi çekmişti. İzledim onu. Güzel ebrular yapıyordu ve yaptığı tüm resimleri ona götürüyordu. Eğer sevgilisi resimleri beğenirse onunla uzun bir yolculuğa çıkacağını düşünüyordu.
     Bir akşam ebru teknesinin başına geldi ve sevdiğinin resimleri beğendiğini söyledi, şimdi birlikte yolculuğa çıkacakları bir tekne hazırlayacağını ve bunu nasıl yapacağını bildiğini söyledi. İlgiyle izliyordum bu manyak adamı.
     Kenan’ı diğer görüşümde sevdiği insanın mezarının başındaydı. Kocaman, camdan bir ebru teknesi yapmış ve üzerinde resimler boyamaya başlamıştı. Ne yaptığını sordum. Bana, bu dünyanın en büyük ebru teknesi dedi. İsim de koymuştu ona “Neş’et-i Sâniyye Teknesi” Nedir anlamı diye sorduğum da, “İkinci defa vücuda gelme” dedi.
     Ne yani, bu teknede resim yaparsan, onu vücuda mı getireceksin diye sordum aklı karışık adama.
     Evet dedi.
     Düşündüm ve muhteşem bir şey buldum.
     Kenan, ebru teknesinin üzerinde resimler yaparken aklıma gelen şeyi yaptım. Kenan’ın kulağına eğildim “Eğer o boyalara kanını akıtırsan, senden bir şeyler katarsan, ona ulaşırsın dedim.” Bu aklına yattı ve bileğini keserek ebru teknesinin üzerine akıttı.
     “Daha fazla” dedim, “bak sesini duyabiliyor musun?”
     Kenan, bileklerinden akan kanla birlikte yere yığıldı ve sevdiği kadınla buluşmaya gitti. Ben emelime ulaşmıştım.
     Bir cinayet daha işlemiştim.

NEŞ’ET-İ SÂNİYYE TEKNESİ (Satranç Ve Şövalye kitabından S.168-187)


     İnsanların kalabalık oldukları yerlere girmeyi pek sevmem, bu yüzden fastfoodlardan birinin otoparkında alelacele karnımı doyuruyordum. Açık bir parktı ve hava fena sayılmazdı. Sol tarafıma, birkaç araba öteme sıfır bir araba yanaştı. Tertemizdi. İçinden bir baba ve oğlu inerek restorana girdiler. Buraya kadar her şey normaldi ve hiç dikkatimi çekmedi. Bir süre sonra o aracın önünde bir kedi olduğunu fark ettim. Araçlarımızı yanaştırdığımız alanın önü bir insanın beli yüksekliğinde bir duvarla kaplıydı ve kedi o duvarın üzerinde   oturmuş, sıfır arabayı inceliyordu. Evet, bildiğiniz, bir insanmış gibi aracı inceliyordu.
     Boş verip hamburgerimin kalan kısmını bitireceğim an, kediye tekrar gözüm kaydı. Mendebur hayvan, duvardan atlamış yeni arabanın farlarını ve ön panjurunu yalamaya başlamıştı. Batıl inançlara pek aldırış etmem ama görüntü beni büyüledi.
     Baba ve oğul geldiklerinde onlara durumu açıkladım. “Aman eve gidene kadar dikkatli ol, kedi uğursuz hayvandır” diyerek adamı korkuttum.
      Ertesi gün sıfır aracın sahibi geldi aklıma ve yeni bir cinayet planladım. Adamın evinin önündeki aracının tekerleklerine yeni kediler saldım. Hayvanlar tekerlekleri yalarken adam aracın yanına gelmişti. Planım işliyordu.
     Adamın kafasını iyice karıştırdığım bir gün onun kulağına eğildim ve “araba için kurban kestin mi?” diye sordum.
     Cinayet işleyeceğim gün, adamın çalar saatini ayarladım ve servisi kaçırmasını sağladım. Yeni arabasıyla, kurban kesmediği sıfır arabasıyla işe gitmesini sağladım. Yol boyunca aklına girdim. Düşüncelerinde dolaştım ve ona ayaküstü rüya gösterdim. Kulağına fısıldadım “Peki oğlun için kurban kestin mi?”  Adam sinirlendi.   Hayalinde, oğlunun ayaklarını kedilerin yaladığını gösterdim ona.
     Zavallı adam çıldırmanın eşiğine gelince, sol şeritten aniden sağ şeride geçmesini söyledim.
     Dediğimi yaptı. Ama kurbanlık hayvan taşıyan bir aracın altında kaldı.
    Yeni cinayetim, tüm cinayetlerimden daha kanlı olmuştu ama zekama hayran kalmıştım.

SIFIR (Erol Çelik –Satranç Ve Şövalye Kitabından. S.188-211)

  
     Ben bir katilim ve işlediğim günahları burada anlatıyorum. Neden mi? Yenilerine yer açılsın diye.  Üstelik hepsini anlatmıyorum, anlatmıyorum ki, birazını da siz araştırın, bu adam başka neler yapmış siz bulun.
     Daha bitmedi, işlediğim diğer cinayetlerden bir kısmını da, daha sonra anlatacağım. Gözünüz üstümde olsun.




.

7 Haziran 2012 Perşembe

BEN BİR KATİLİM. (1)


         
Erol Çelik
          Kayıtlara geçmiş, kırkın üzerinde insan öldürdüm ve onlarca cinayet teşebbüsüm var. Şimdi oturmuş yeni cinayetler işlemeden önce, daha önce neden insan öldürdüğümü açıklama gereği duyuyorum. Benim gibi iflah olmaz biri buna neden gerek duyuyor bilmiyorum ama itiraf etmek istiyorum.
          Lafı fazla uzatmadan ilk cinayetimle başlıyorum.

          Bir adamla tanıştım 2000’li yıllarda, ismi Mert Külüç’tü. Sevimsiz, orta yaşlarda bir adamdı. Yalnız bir dünyası, arızalı bir yaşantısı vardı. Bu adamın beni çeken özelliği, kendini ifade ediş biçimiydi. Kızdığında, üzüldüğünde, sevindiğinde hatta şehvet anlarında bile imza atardı. Sayfalarca imza karalar, her birine saygı duyardı. İmza atmak onun hayatıydı adeta.
          Bir gece feci bir kavgaya karıştığını duydum, galiba bostancı sahilindeydi. Birkaç serseriyle dalaşmış, gençler bunu bir temiz dövmüşlerdi. Kavganın sonunda imza attığı eli kırılmıştı. Öyle sıradan bir kırık değildi bu, bir daha imza atamayacak hale getirmişlerdi. Mert Külüç’ün hayatı zindan oldu. İmza atamamak onun için ölmek demekti.
          Bana sordu, bundan sonra ne yapacağını bilmiyordu. Bana ne yapması gerektiğini sordu. Ben, intihar etmesini söyledim. Onun ölmesine izin verdim. Kendini öldürmesine izin verdim. İsteseydim yaşamasına izin verirdim ama onu öldürdüm.
İMZA ( Erol Çelik - Heyula kitabından s.7-34 )

          İkinci cinayetim 1974 yılındaydı ve yaşlı bir kadınla ilgiliydi. Kırsal topraklarda yaşayan bir çiftle tanıştım. Hasan çavuş karısını çok seven bir adamdı ve kesin kararını verdiği son dakikaya kadar, karısını sevmeye devam etmişti. Karısı yaşlandıkça değişmiş, adama hayatı, son yıllarında zehir etmişti. Hasan çavuş bana, yaşlı kadınlardan nefret ediyorum diye gelmiş ve yardım istemişti. Karısı yüzünden çocuklarını göremiyor, huzur denen şeyin kokusunu bile duyamıyordu. Adamı haklı çıkaracak o kadar hikaye dinledim ki, ‘Heyula’ anlamını bulmuştu.
          Hasan çavuşa da izin verdim, karısını öldürmesine göz yumdum.
          O yaşlı kadını cayır cayır yakmasına izin verdim. 
          Bu cinayeti de ben işledim.
HEYULA ( Erol Çelik - Heyula kitabından s.35-47)

          1999 yılının sonlarında, enteresan bir aşk öyküsü çıktı karşıma. Cem isminde, 20’li yaşlarda bir genç, düştüğü kaosu anlattı bana. Bir yanda en sevdiği arkadaşının intiharı, diğer yanda üstlendiği vasiyeti. Nedir bu vasiyet diye sordum ona. Cem, ağlamaklı konuşarak vasiyeti açıkladı bana. En sevdiği arkadaşı Cahit, “eğer bana bir şey olursa, bil ki bu Feray yüzündendir, eğer bana bir şey olursa onu peşimden yolla, bu sana vasiyetimdir” demişti. Cem, vasiyeti aldığı gece Cahit’in intihar haberini de almıştı. Şimdi bana sordu, vasiyeti yerine getirmeli miydi gerçekten?
          Ben hiç tereddüt etmeden vasiyeti yerine getirmesini söyledim. Git kızı öldür ve arkadaşının peşinden yolla dedim ona. 
          Kızı ben öldürdüm ve vasiyeti yerine getirdim.
VASİYET ( Erol Çelik - Heyula kitabından s.48-61)

          Küçük bir kız çocuğu vardı, yıl 2000’lerin başı olmalı. Kız çocuğunun adını hatırlamıyorum şimdi ama ona herkes Kızıl Çilli Çıyan diyordu. Kızıldı, küçüktü ve çilliydi, hepsi bu. Neden onunla dalga geçiyorlardı ki? Hele ablası, neden ona zarar vermek istiyordu? Hatırlıyorum, kızıl çocuk ablasını kaç sefer rüyasında görmüş, ablası kaç sefer rüyasında ona zulüm etmek istemişti. Hayatı bir türlü yoluna girmiyordu. Sonra Tolga diye bir çocuk vardı, bir tek o iyi davranıyordu ona, ama ablası Tolga’yı da ayarttı ve Kızıl Çilli Çıyanın üzerine saldı.
          Ben bu küçük kızla tanıştığımda her şeyi öğrendim. İyi bir kız çocuğuydu ama aklı biraz karışmıştı. Ablana bir ders ver dedim, onun canını yak. Küçük kız söylediğimi yaptı ve ablasının gözüne makas sapladı. Sonra hayatımdan çıktı gitti. Belki bir gün yine onu ziyarete giderim. 
          Kim bilir?
KIZIL ÇİLLİ ÇIYAN ( Erol Çelik - Heyula kitabından s.62-130)

          1996 yılının ekim ayında İlknur isminde bir kız, tahmin etmediğim bir köşe başında çıktı karşıma. Öleceğini düşünüyordu. Ölümün kendine çok yakın olduğunu ve artık ondan kaçamayacağını aklından çıkaramıyordu. Bir sabah evde yalnız başınayken onun kulağına eğildim ve ölüm korkusundan kurtulmanın yolunu bulduğumu söyledim. Elindeki bardağı düşürdü. Bardak yerde bin parçaya ayrıldı. Korkuyor ve öleceğini düşünüyordu. Cam kırıklarından biri elini kesti ve vücudundan bir damla kan aktı. Kan onun ölüm korkusunu aldı süpürdü.
          Ama uzun sürmedi, bir süre sonra tekrar öleceği duygusunun esiri oldu. Hemen kulağına eğildim, vücudundan kan akıt dedim, hatırla bunu dedim. Tereddüt etmeden kesti vücudunu ve kanını akıttı. Evet, kaybolmuştu ölüm duygusu. Ben bundan feci zevk almaya başlamıştım. Kız ölüm duygusuna kapılıyor, ben onun vücudunu kesmesini seyrediyordum. Her seferinde biraz daha büyük bir kesik atmalıydı vücuduna.  
          Bir gün aklıma müthiş bir fikir geldi ve bunu kıza söyledim. İlknur beni dinlerdi. Ona dedim ki “eğer kendi kanını akıttığında ölüm kanatlanıp uçuyorsa, acaba başka bir şeyin kanını akıtırsan yine kurtulur musun ondan?” O gece arkadaşının kedisini kestirttim ona. Kediye saatlerce ölüm hakkında ahkam kesti önce.              Sonra kediyi lavaboya bağladı ve boğazını kesti. Ölüm onu tekrar ziyarete geldiğinde, bu sefer bir köpekti kurbanı.
          Bütün bunlar olurken İlknur’a bir dilencinin musallat olmasını sağladım. Çünkü amacım büyüktü. Cinayet işlemeliydim. Cinayet işletmeliydim.
          İlknur’a dilenciyi öldürttüm. 
          Dilenciyi ben öldürdüm.
DİLENCİ ( Erol Çelik - Heyula kitabından s.131-233)

          Yolum Düzce’ye düştü 1997 yılında. Volkan’la temmuz ayının o bunaltıcı sıcağında tanıştım. Üniversiteyi Düzce’de okumuş, bir çok arkadaş edinmişti bu şehirde. Ama dost edindiği kadar düşmanı da vardı. Arkadaşlarını ziyarete gelmişti tanıştığımız günlerde. Düzce’nin anılarıyla yıkanmış sokaklarında dolaşırken iki düşmanıyla karşılaştı Volkan. Bana, sende gel dedi ama diğerleri seni görmesin. Tamam dedim ve gizliden arka koltuğa oturdum. Önde iki psikopat oturuyordu ve durmadan kendilerini övüyorlardı. Çok sinirlendim ve Volkan’a sakin olmasını, uygun zamanı beklemesini söyledim.

Erol Çelik          Melen çayının kenarına gittik. Sinan denen psikopat durmadan melen deresinde nasıl adam vurduğunu falan anlatıp daralttı bizi. Tabi beni görmüyorlardı. Ben sadece Volkan’ın arkadaşıydım. Bir ara yandaki serseri bir silah çıkardı. Volkan’a tam sırası şimdi dedim ve silahı onlardan almasını söyledim. Volkan akıllı çocuktu. Daha önce hiç ateş etmediğini söyleyerek, onlara silahla bir el ateş etmek istediğini söyledi.  Psikopatlar daha önce hiç ateş etmeyen adam olur mu diye dalga geçtiler. Volkan silahı aldı ve dışarı çıktı.  Bana ne yapması gerektiğini sordu, ben de o iki psikopatı da vurmasını söyledim.
          Volkan melen deresinin yanında iki psikopatı da vurdu. 
          Onları ben öldürdüm.
TEMMUZ YAĞMURU ( Erol Çelik - Heyula kitabından s.277-302)


          Belki bu benim iç hesaplaşmamdır, belki de yenileri için bir alıştırma. Sebep her ne olursa olsun, devam edeceğimi biliyorum.
          Ben bir katilim.


.

5 Haziran 2012 Salı

Rüya Avcısı ( Ben sana uslu ol demedim mi? )


     Merhaba.
     Benim adım Rüya Avcısı. Daha önce tanışmıştık.
     Kendimi bırakıp insanların rüyalarında dolaşıyorum. Şahıslar umurumda değil, ben onların hayalleriyle besleniyor, karanlık dünyalarında nefes alıyorum ve iştahıma uygun olanı yutup, aklımda sindiriyorum.
Şimdi algılarımı temizleyip, kim bilir kimlerin rüyalarını yaşayacağım?
     Merhaba, içeri girebilir miyim?

     Çok sıcak günleri seviyorum, çünkü herkesin penceresi açık, herkesin aklı açık. Böylelikle rüyalarda dolaşmam kolay oluyor. Sıcak benim iştahıma göre rüyalar üretiyor. Keyifli bir yolculuğa daha çıkacağım bu gece.
     İiiiii işte onlardan biri. Büyük, karanlık bir göl görüyorum, masallarda anlatılan, ormanın tam ortasında, yemyeşil bir göl bu. Gölün kenarında yedi, sekiz yaşlarında bir kız çocuğu var. Elinde boş bir çuvalla gölün kıyısına geliyor. Çocuğun yüzünü görüyorum, ağlamış şşşşşş ağlamış, gözyaşları acıklı çizgiler oluşturmuş yanaklarında. Hıçkırıyor ama ağlaması durmuş. Ağlaması durmuş ama hırsı dinmemiş. Üzülmüş ama büyük bir insanın kudretiyle dolu. Yaptığı işi bitirmek isteyen bir kararlılıkla. Çocuk tam gölün kenarında eğiliyor ve gölün içine elini sokuyor hıçkırıklarla. Bir yandan mırıldanıyor “ben sana uslu ol demedim mi?” diye. “Ben sana yaramazlık yaparsan başına bunlar gelir demedim mi?” diye ağlamaklı bir şekilde gölün içinden çıkardığı şeyi çuvalın içine atıyor. Gölden ne çıkardığını görmüyorum.
     Mmmmm bilinçaltı korkularıyla beslenen rüyalara bayılırım. Gizemli rüyalara bayılırım ve neler olacağını merak ederim. Umarım kısa bir rüya olmaz zzzzzz.
     Kız çocuğu çuvalı sürüklemeye başlıyor. Gölün hemen yanındaki karanlık ormana doğru götürüyor çuvalı. Çuval ağır değil ama yerdeki yapaklardan bir iz oluşturuyor. Çocuk ormana giriyor ve ilerliyor. Bir yandan hıçkırıklarla mırıldanmaya devam ediyor. “Ben sana uslu ol demedim mi? O göle tek başına gitme demedim mi?” Kız çocuğu ağaçların arasında bir yerde duruyor ve çuvalını yere boşaltıyor. Ben yine çuvalı ve yerde ne olduğunu görmüyorum. Mmmmm. Ama feci merak ediyorum. Çocuk ağlamaktan perişan olmuş ve artık ağlayacak takati kalmadığı için kuru hıçkırıklarla yetinmek zorunda.
     “Ben sana yaramazlık yaparsan başına bunlar gelir demedim mi?”
     Kız çocuğunun üzerinde el örgüsü bir hırka var ve ıslak. Kkkkkk. Islak olması beni korkutuyor.
Kız çocuğu ayaklarını sürüyerek gölün yanına tekrar geliyor ve gölün içine elini sokarak oradan bir şey alıp çuvalın içine tekrar koyuyor. Ben yine ne olduğunu görmüyorum. Şşşşş sessiz olun ve rüyaya kulak verin. Bu rüyanın sonu çok acı. Benim için güzel ama sizin içiniz acıyabilir. Bunu tecrübelerime dayanarak söylüyorum. Susun nnnn ve çocuğa kulak verin.

     “Ben sana sözümden dışarı çıkma demedim mi?” Kız çocuğu kuru kuru hıçkırıyor ve elindeki çuvalı aynı yere kadar sürüklüyor. Ay ışığı ağaçların sadece bir yanını aydınlatmış ama ben çocuğun çuvalını boşalttığı yeri göremiyorum. Bunu görmek için haftalarca bu rüyada yaşamaya razıyım. Ooooo benim gibi bir Rüya Avcısı merakla beslenir.
     Kız çocuğu tekrar göle gidiyor. Tekrar ağaçların arasına geliyor. Tekrar söyleniyor. Tekrar hıçkırıklara boğuluyor.
     O ne? Ağaçların arasında birini fark ediyorum, sadece ben görüyorum oradaki karartıyı, çocuk farkında değil. Bir kadın mı o? Hayır bir adam galiba. Ağaçların arasından çocuğu seyreden kişinin cinsiyetini anlamıyorum ama onun ağladığını görüyorum. Hem de öyle bir ağlamak ki, elleriyle dizlerini dövüyor. Uuuuuuu.
     “Ben şimdi ne yapacağım sensiz?” çocuk hıçkırıklarla gölden yeni bir çuvalla geliyor ve ağaçların arasındaki yere çuvalını döküyor.
     Şimdi görüyorum çuvaldan döküleni. Dikkatli olun, ay ışığı burayı daha fazla aydınlatıyor. Çuvaldan bir bebek düşüyor. Tıpkı kız çocuğuna benzeyen bir oyuncak bebek bu. Tıpkı kız çocuğu gibi bir hırka giyinmiş. Hırka tıpkı kız çocuğunun giyindiği gibi ıslak. Oyuncak bebeğin saçları tıpkı onu taşıyanın olduğu gibi kıvır kıvır.

     “Ben sana uslu ol, yaramazlık yapma demedim mi? Ben şimdi ne yapacağım?” diyor kız çocuğu. Çuvaldan düşen oyuncak bebek yeni açılmış bir çukura yuvarlanıyor.
Hhhhhhh. Mezara benzeyen çukurun içini görüyorum şu an. Sonra dönüp ağaçların arasından kız çocuğunu seyreden kişiye bakıyorum. Karartı dizlerini üzerine çökmüş elleriyle yüzünü kapamış ağlıyor. Başını iki yanına sallayarak ağıt yakıyor. Rrrrrr.
     Tekrar kız çocuğunun olduğu yere dönüyorum. Çuvaldan düşen bebek yuvarlanarak çukura düşüyor ve ben çukurdaki diğer bebekleri görüyorum. Onlarca aynı bebek yatıyor orada. Onlarca ıslak hırkalı, kıvırcık saçlı bebeğe bakıyorum.
     İiiiii işte burası çok tuhaf. Mezara benzeyen ve bebeklerle dolu çukur suyla dolmaya başlıyor. Çukurun iki köşesinden ırmak gibi su akıyor çukura. Çukuru dolduran ilk ırmağı izliyorum, kız çocuğu elindeki çuvalı sımsıkı tutmuş ve ağlamaya başlamış. Gözyaşları oluk oluk önüne akıyor ve oradan çukura doğru gidiyor. Küçük bir kızdan nasıl olur da bu kadar gözyaşı akar? Sonra diğer ırmağı takip ediyorum. O ırmak ağaçların altında çıldırırcasına ağlayan kişiye ait. Bir kadına benziyor ağaçların ardındaki kişi ama bir babaya da benziyor. Ta oradan çukura kadar gözyaşı ırmağı geliyor. Daha gür, daha coşkulu bir ırmak bu.
Vvvvvv vay be enfes bir rüyayı sindiriyorum.
     Çukur ağzına kadar suyla doluyor. Gözyaşıyla doluyor. Bebekler gecenin karanlığında, ay ışığının soğuk maviliğinde suyun dibinde görülüyorlar.
     Gözyaşında boğulan oyuncak bebekler.

     Oooooo bu rüya bitmeseydi keşke. Rüyanın sahibi için korkunç olabilir ama benim için enfesti. Rüyaları lezzetli yapan şey bu işte.
     Bu gecelik bu kadar yeter. Dinlenmeliyim ve bu rüyayı sindirmeliyim. Mmmmm bunu zevkle yapacağım.

     Hadi siz de gidin, rüyalar görün. Özgürce görün. Nnnnnnn. Korkmayın bu gece daha fazla avlanmayacağım. Mmmmm.

     Benim adım rüya avcısı daha önce karşılaşmıştık.


.