9 Temmuz 2012 Pazartesi

BEN BİR KATİLİM ( 3 )


     Ben bir katilim ve işlediğim cinayetlerin zaman mevhumuyla hiçbir alakası yoktur. Şöyle açıklarsam daha anlaşılır olur galiba. Benim gibi insan öldürmeyi beyninde yaşayanların tarih sıkıntısı yoktur. İstediğimiz an, istediğimiz tarihte ve istediğimiz mekânda şiddet uygulayabiliriz. Bu sadece aklımızın bizi nereye götürdüğüyle alakalıdır. Neticede şiddete maruz kalanın, onu yaşayanla bir ilgisi olmamalıdır. Onu yaşayan, eğer bizim gibi, şiddeti üretenler gibi, olayı akıllarında yaşaması yeterlidir. Bu bir beslenme gerçeğidir.
     Şiddetle beslenmek, onu arzulayan kişinin tercihi kadarıyla gerçekleşir. Biz neye hizmet ettiğimizi bildiğimiz sürece tehlike yoktur.
     O zaman itiraflarıma devam edeyim.



     2078 yılında olabilecek bir darbeye karışmıştım. O tahammülsüz yılların hükümetinin inanılmaz zulmüne karşı oluşturulan bir direniş gücü vardı ve beni direniş gücünün lideri buldu. Yardım istiyordu. Boyumdan büyük bir işe karışmak gibi bir korkum olmadığı için, önce yardımın sebebini sordum. Liderin açıklamaları bana yetmişti. Yardım edecektim. Çözümü biliyordum.
     2078 yılındaki yaşantıyı inceledim ve karşılaştığım manzara beni ürküttü. Gerçekten gelecek böyle mi olacaktı? Eğer öyleyse vay geleceğin haline. İnsanların eğlence anlayışları tamamen değişmiş, okudukları kitapları yaşayarak eğlenir olmuşlardı. Daha açıklayıcı olmak gerekirse, birey eğer aşk romanlarından hoşlanıyorsa, oradaki kahramana bürünüyor, kitapta konu edilen aşkı yaşıyordu. Eğer kişi, maceradan hoşlanıyorsa, okuduğu kahramanın kimliğini taklit ediyor, kurgulanan kitabı yaşıyordu. Hükümet bunun için platformlar oluşturmuş, parkurlar düzenlemişti.
     Sorun yok gibi görünüyordu ama şiddet edebiyatından hoşlanan okurlar için durum farklıydı. Onlar bir katili örnek alınca ve sistemin yönlendirdiği parkurlar dışında cinayetler işlemeye başladığında, iş çığırından çıkmıştı. Hükümet bu oyuna bir son verdi ve halkın tek eğlencesini elinden aldı. İnsanları tam bir monotonluğa mahkûm etti.
     Çözüm yerine, işin kolayına kaçarak yasak edebiyatına başvurdular.
     Bu gidişe dur diyen birileri olacaktı ve yardım çağrısı bana geldi. Ben bütün incelemelerimi bitirdiğimde, direniş liderine iyi bir yazar yolladım. Gerilim öyküleri yazan ve o tarihin en iyi yazarını. İsmi Volkan Hasanoğlu’ydu.
     Volkan Hasanoğlu yeni bir öykü yazdı. Direniş bu öyküyü el altından dağıttı. Dört bin ayrı ordu kuruldu.      Halk ordusuydu bunlar ve öyküdeki kahramanı yaşıyorlardı.
     Darbe girişimi oldu. Çok kan döküldü. Dört bin ayrı orduya karşı hükümetin pek bir şansı yoktu.
DARBE ( Erol Çelik - 19 Numaralı Koltuk. S. 7 - 32)


     2008 yılının sıcak ama güvensiz günlerinden birinde Emin Tortu isminde bir gençle tanıştım. Bir emlak ofisinin camlarındaki ilanlara bakıyordu. Bakışlarındaki ve hareketlerindeki gerilim beni merak denizinin en derin bölgesine sürüklemeye yetmişti. Yanına kadar sokuldum ve kulağına ne yapmak istediğini fısıldadım. Aklı karışmıştı muhakkak, bana diğer kişiden bahsetti. Onunla tanışmak istediğinden ve sevgilisiyle olan sorunlarından konuştu.
     Çok fazla bir şey anlamadım ve onu takip etmeye karar verdim. Emlakçıdan çıkıp evine gittiğinde aklında bazı planlar yaptığını anlamıştım ama beni bile şaşırtacağından hiç şüphem yoktu. Kız arkadaşıyla film seyrediyordu ertesi gün. Film bitince kız arkadaşı küstahlıklar yapmaya başlamıştı. Emin pencereden dışarı baktı. Karşıda boş bir daire vardı. Ben ne yapmam gerektiğini düşündüğüm o anlarda, Emin Tortu’nun arayışını anladım ve aklıma gelen şeyle kendimi kutladım.
     Artık Emin Tortu’nun oturduğu evin karşısındaki boş dairenin içindeydim. Onun kafasını karıştıracak bir şekle bürünmem ve olaylara şekil vermem çok da zor olmadı. Emin içeri girerek, karşıda bir adamın olduğunu söyledi ve kızı zorla pencereye çekti. Küstah kız pencereye gelip benim olduğum pencereye baktığında ben ortadan kayboldum.
     Olaylar hızla gelişti. Emin Tortu, karşı penceresinde bir yabancının dolaştığını gördüğünü düşünerek aklını oyalıyordu ve sevgilisini bu oyunun içine sürüklemeye çalışıyordu. Fakat kız ayrı dünyalarda yüzmek istiyordu. Onları binadan çıkarken gördüm. Fırsatı kaçırmak üzere olduğumu anladığım için hemen delikanlının kulağına fısıldadım. “Hadi onu karanlık pencerenin olduğu eve getir, bu eğlenceli olacak” diye ikna ettim.
Kız direndi böylesi bir maceraya katılmak için ama Emin kararlı bir şekilde kızı boş daireye kadar sürükledi.   “Gel” dedi “eğlenceli olacak”
     Ben boş dairede bir köşeye saklandım ve olanları yönetmeye başladım. Kız durmadan tehditler savuruyordu oysa emin kızı eğlendirmeye çalıştığını savunuyordu. İşler çığırından çıkacağı sırada devreye girdim ve Emin’in kulağına fısıldadım tekrar. “Öldür onu” dedim. Küreğin yerini gösterdim.
     Kürek kızın kafasını ezerken bir kenarda zevkten şekillere bürünmüş bir şekilde olanları izledim. Ben bir katilim ve bundan zevk alıyorum.
KARANLIK PENCERE (Erol Çelik - 19 Numaralı Koltuk S.33 – 60)


       2002 yılında bir otobüs kazasından sonra, katillik hayatımın en enteresan olaylarından birini yaşadım ve yaşattım. 19 numaralı koltukta yolculuk eden biri ne kadar dikkatimi çekebilirdi ki? Veya birkaç koltuk önde güzel bir kızın 19 numaralı koltukta oturan gence alımlı bir şekilde bakması beni ilgilendirir miydi?
     Yiğit isminde bir genç, 19 numaralı koltukta oturan yiğit, parçalanmış bir otobüsün, alevler ve dumanlar içindeki ön camından dışarıya doğru bağırıyor olması, beni ilgilendirdi. İlk kez orada tanıdım onu. “O yaşıyor, bebek yaşıyor” diye bağırıyordu. İtfaiyeciler ona ön camda dışarı çıkması için alan yaratmaya çalışıyorlardı ve nihayetinde kucağında genç bir kızla ön camda gördük onu. “Bebek yaşıyor, onu duyabiliyorum” diye feryatlar içindeydi.
     Yiğit’i ikinci kere hastanede gördüm. Daha doğrusu onu görmek için hastaneye gittim. Çünkü enfes bir konuydu bu yaşayacağım. Genç, bana kurtardığı kızı hiç tanımadığını ama hastanedekilerin ve polisin onu eşi zannettiklerini söyledi. Yardım isteğiydi aslında bu serzeniş. Üstelik kız hamileydi.
     Ben hızla aklımda bir kurgu yapmaya çalıştım ama başaramadım. Yiğit’e, hadi kalk, al kızı ve hastaneden çıkart dedim. Götür ve ailesine teslim et. Diğer taraftan kızın hayatının hiçte kolay olmadığını kurguladım aklımda. Onlar İstanbul’a doğru yola çıkarken ben, kızın eski bir sevgiliden peydahladığı çocuğunun kaderini çizdim. Eski sevgili ilk cinayet olmalıydı. Arzulu bir cinayet gibisi olamazdı.
     Bebeğin doğmasına yakın Yiğit’e, çocuğun babasını bulmasını fısıldadım. Buldu da ama baba olacak serseriye bebeği kabullenmemesini söyledim. Ortalık karıştı. Kavgalar gürültüler.
     “Yiğit” dedim “eğer bebeği kabul etmeyecekse ve bebeğe sen bakacaksan bunun bedelini ödemeli.” Yiğit düşündü. “Öldür onu” dedim fakat sanki buna cesareti yoktu. Oysa uygun koşullar olursa yapacak gibiydi.   Koşulları sağladım. Koşulları sağlamakta benim gibilerin üstüne yoktur. Bebeğin babasını Yiğit’e öldürttüm.   Çünkü ben bir katilim.
      Bitmedi. Kader 19 numaralı koltukta başladıysa orada bitmeli diye düşündüm ve Yiğit’le bebeğin annesinin Ankara’ya doğru kaçmasını sağladım. Her şeyi ayarlamıştım. Otobüsle yolculuk edeceklerdi. 19 numaralı koltuğa oturmalıydılar diye düşünenler biraz basite kaçmış olurlar.
     Büyük bir otobüs kazası daha planladım ama bu sefer onlar için kurtuluş olmamalıydı. Ve bu sefer bu kaderin başlangıcının anlamının büyüklüğü gibi, bitişinin de anlamlı olması gerekiyordu. Her ölüm küçük bir öyküyü hak eder. Yiğit’in öyküsü küçük bir öyküden fazlasını hak etti doğrusu.
     Yiğit bu sefer 19 numaralı koltukta oturmuyordu ama 19 numaralı koltukta oturan bir başka genç yüzünden gerçeği anladı ve ölümünün ne kadar boşa gittiğini anladı. Bu acı bir öykü olmuştu.
     Ben istediğimi elde ettim. Başkalarının acı sonları beni daha fazla keyiflendirir mi bunu size söyleyemem ama şu kadarını bilmeye hakkınız var, ben bir katilim ve işim öldürmektir. 
     Buna ihtiyacım var.
19 NUMARALI KOLTUK ( Erol Çelik - 19 Numaralı Koltuk s.61 – 141)


     Kafamı dinlemek için ya da aklımı toplamak için genelde şehir metrosunda dolaşmayı severim. Bazen işler çığırından çıktığı zamanlar kendimi banliyö treninde bulurum. Küçükçekmece’den biner, Sirkeci’de inerim. Metro ve tren benim gibiler için bir mabet gibidir. Yoksa onca insanı nerede bir arada görebilirsiniz?
     İşte o, günahlarımla yüzleşmekten kaçtığım günlerden birinde rastladım Şamil’e. Sirkeci yönüne giden banliyö trenine binmişti. Tam da benim bulunduğum vagona. Beni göremiyordu çünkü ben tam o sırada vagondakilerle küçük bir oyun oynuyordum. Uyuma oyunu. Vagondaki herkes uyuyordu. Şamil vagondan içeri girince şaşırdı ama korkmadı. Ben korkar ve trenden iner diye düşünüyordum ama öyle olmadı.   Aradığım eğlenceyi bulmuştum.
     Bir vagon dolusu insanı nasıl öldürürüm diye düşündüğüm an, buna nasıl bir amaç yüklerim dediğim an, bu katliamı nasıl daha eğlenceli hale getiririm dediğim an, bu andı.
     Şamil kapanan vagon kapılarının penceresinden dışarıya bakmaya başladı. Oysa kafasında merak denen canavar çoktan uyanmıştı. Şamil’e etrafı araştırmasını fısıldadım. Herkes, hatta ayaktakiler bile uyuyordu ve bunun sebebini öğrenmeliydi. Yaşlı bir adamı uyanık gördüğünde çok şaşırdı. Ama yaşlı adamın gözlerindeki suçlayıcı ifadeden korktu ve koşarak uzaklaştı.
     Oyun şimdi başlıyordu. İlk durakta Şamil trenden indi. Şimdi sıra bendeydi. Şamil indiği vagonun içine baktı. Şimdi bütün herkes uyanıktı ve yalvararak camlara vuruyorlardı. Bu kadarı da yetmez dedim. Korkular içinde kıvranan Şamile çok daha büyük bir oyun hazırladım. Koşarak vagondan uzaklaşırken, tren korkunç bir gürültüyle havaya uçtu.
     Vagonun içinde kaç kişi vardı hatırlamıyorum ama hepsini öldürdüm.
     Şamil uyandığında kendini bu sefer bir metro istasyonunda görmüştü. Sanki bir önceki tren kazasını rüyaymış gibi anılarına kazıdım, bunu yapmamın sebebi, oyunuma devam etmek istememdi. Şamil uzunca bir süre gerçek hayat zannettiği, benim kurgumda yaşadı. Bir kızla cesaret savaşı verdi ve sonunda onu elde etti. Bir adamla kavga etti ve sopa yemesine karşın erkekliğini ispat etti.
     Ama sonunda ilk yaşadığı tren kazasının gerçekliğiyle yüz yüze geldi. Sebebini ve neden bu oyunun içine sıkıştığını öğrendi.
     Ben ise bir vagon dolusu insan öldürdüm.
     Ben bir katilim.
BU SEFER SINAVI KAYBETME (Erol Çelik – 19 Numaralı Koltuk s.187 – 216)


     İki bin iki yılının kasım ayına yakışmayacak kadar iştah açan atmosferinde üç dalgıçla tanıştım. Elbette onlar beni tanımadılar ama ben onlarla nerdeyse bir hafta geçirdim. Enfes manzaralar eşliğinde, enfes maceralar yaşattılar bana.
     Hele o liderleri yok mu, bilmiş tavırları ve diğerlerini daraltan kuralları beni çok eğlendirdi. Birçok şey öğrendim doğrusu. Neden tüpsüz dalındığından, balık çeşitlerine kadar her şeyi.
     Liderle ilgili bir oyun düşünmeliydim. Aslında dilinden düşürmediği senkop, aradığım şeydi ve bu konu için bir ön çalışma yaptım. Doğrusunu söylemek gerekirse bilmem gereken her şeyi, üç kişilik ekibin lideri söyleyip duruyordu zaten.
     Planımı yürürlüğe koyduğum gece ekip, gece dalışı için kendi dalış alanlarında hazırlıklarına başlamışlardı. İlk başlarda bir süre balık tutmalarına müsaade ettim. Tam tuttukları balıklardan mangal yapacakları an, üzerlerine üç tane şarapçı musallat ettim. Amacım sıkı bir kavga çıkartıp olayın rengini değiştirmekti.
    Her şey istediğimden daha iyi gelişti ve olaylar bıçaklamalarla bitti.
    Hayır, elbette bu kadar değildi. Ben olayı senkoba bağlamalıydım ve bunun için bir fırsat daha verdim.
    Üç şarapçıyla kavga ettikleri gece olayları sadece kavga boyutunda bitirdim. Üç dalgıç o gece sorunsuz bir av yaptılar ve evlerine döndüler. Ertesi gün liderlerine senkop yaşatmak için kollarımı sıvadım. Güzel bir av günü daha sundum dalgıçlara ve ödül olarak alkol içmelerini sağladım.
     Sabaha karşı teknede gözlerini açan lider, arkadaşlarının balık için daldığını gördü. Önce çok sinirlendi onlara çünkü en önemli kurallardan biriydi alkollü ve alkolden sonra suya girmemek. Ama insanoğlu çiğ süt emmişti. Arkadaşları elleri balıklarla su yüzüne çıkınca kendini tutamadı ve suya daldı. Benim amacım da buydu zaten, insanın kendi kurallarında boğulmasına bayılırım. En azından iri bir levrek tutmanın ne zararı olabilirdi ki?.
     Senkop denen şey onu yutunca kendinden geçti.
     Bir ara gözlerini açtığında arkadaşları tarafından kurtarıldığını gördü ama buna müsaade etmedim ve tekrar kendinden geçmesini sağladım. Tekrar kendine geldiğinde bir ambulansa taşındığını gördü. Az ilerde üç sarhoş ona doğru bakıyordu ve ellerinde kanlı bir bıçak vardı.
     Ben bir katilim. Eğer böylesine bir özgürlüğüm yoksa, bu işi neden yapayım ki?
DERİNLİK SARHOŞLUĞU ( Erol Çelik – 19 Numaralı Koltuk s.217 – 262)


.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder